Velhâsıl, “Her hayrın başı Allâh sevgisi, hikmetin başı da Allâh korkusudur.”

Allâh’ı seven ve tanıyan bir kimse O’nun muhabbetine lâyık olamama ve azâbına dûçâr olma korkusuyla dâimâ dikkatli davranır, hayâtını ihsan kıvâmında yaşar.

Kul, Allah’tan hakkıyla korkarsa hayâtına İslâm muhtevâsında bir istikâmet verir ve bütün dünyâ ve âhiret korkularından emîn olur. Nitekim Âlemlerin Efendisi şöyle buyurur:

“Üç şey vardır ki münciyâttandır, insanı kurtarır: Gizli ve açıkta Allah’tan haşyet duymak, yâni korkmak, rızâ ve gazap hâlinde adâleti sağlamak, fakirlik ve zenginlik ânında iktisatlı olmak. Şu üç şey de mühlikâttan, helâk edici şeylerdendir: Kendisine tâbî olunan hevâ, cimrilik ve kişinin kendisini beğenmesi.” (Münâvî, III, 404/3471)

Dünyâ ve âhirette huzur ve saâdete kavuşabilmek için, bu fânî âlemde Allah’tan lâyıkıyla korkarak, rükû ve secdelerimizi, duâ ve niyazlarımızı, gözyaşlarımızla yoğurmalı, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâiliyet ümîdiyle O’na ilticâ etmeliyiz.

Dipnotlar:

[1] el-Beyyine, 8.

[2] er-Rahmân, 46.

[3] Bu âyette verilen temsilden maksat, Kur’ân’ın muhtevâsının ehemmiyetini ve ona muhâtap olan insanın ne büyük mes’ûliyet altında bulunduğunu tebârüz ettirmektir. Burada şu mânâyı anlamak da mümkündür: Şâyet bir dağa insandaki gibi şuur verilmiş olsaydı, o heybet timsali eğilmez dağ bile Allâh’ın sıfatlarını bilmenin ve mes’ûliyet hissinin netîcesinde; O’nun azameti, kudreti ve kâinâttaki mutlak hâkimiyeti karşısında sonsuz bir haşyet ve tâzîmle eğilirdi. Bununla da kalmaz, Allâh’a kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise umûmiyetle omuzlarındaki yükü hissetmemek için direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler. İnsanın, Allâh korkusundan ve muhabbetinden nasip alabilmesi için de iç âlemini fücurdan uzaklaştırıp takvâ hayâtı ile tezyîn etmesi zarûrîdir.