Yani kalbiniz Kur’ân ile ülfet ettiği, istekli olduğunuz, zihninizi topladığınız, dikkatinizi teksif edip tefekkür ve tedebbürle okuyabildiğiniz müddetçe tilâvete devam edin! Ama bıkkınlık veya başka bir sebeple kalbiniz Kur’ân’ın mânâlarını anlayamaz hâle gelir veya başka bir düşünceye dalar, sâdece dilinizle Kur’ân okuyup kalbiniz orada bulunmazsa okumayı bırakın! Tâ ki kalbiniz tekrar Kur’ân’a dönünceye kadar!

Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a): “Bakara Sûresiʼni on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurban ettim” buyurmuştur.[11] Zira o, Kur’ân’ı derin derin düşünüp mânâlarını ve inceliklerini anlayarak okumuş, aynı zamanda bu anladıklarını fiiliyâta dökerek hem kendisine hem de bütün Müslümanlara faydalı olmuştur. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da, Bakara Sûresiʼni öğrenip hayatına tatbik etmek ve hikmetlerinden lâyıkıyla nasiplenebilmek için, bu sûrenin âyetleri üzerinde tam sekiz sene çalışmıştır.[12]

Mevlâna Hazretleri bunu ne güzel tasvir eder:

“Rasûlullah (s.a.v) zamanında sahâbeden her kim bir veya yarım sûre ezberlese, ezberinde bir sûre var diye insanlar ona ta’zîmde bulunurlar ve parmakla gösterirlerdi. Çünkü onlar, Kur’ân’ı en güzel şekilde anlayıp hazmederler, âdetâ yer gibi okurlardı. Bir kimsenin altı veya on iki batman[13] ekmek yemesi, elbette büyük bir iştir. Ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra çıkarmak şartıyla bin merkeb yükü ekmek yemesi dahi mümkündür. «Nice Kur’ân tilâvet edenler vardır ki, Kur’ân onlara la’net eder» îkâzı vârid olmuştur. İşte bu, Kur’ân’ın ma’nâsına vâkıf olmayan kimseler hakkındadır.”[14]

Hz. Ali (r.a): “İçinde ilim olmayan ibadette hayır yoktur. İçinde fehm (anlama çabası) olmayan ilimde hayır yoktur. İçinde tedebbür (tefekkür) olmayan kıraatte hayır yoktur” buyurmuştur.[15]

Abdullah bin Mesʻûd (r.a) şöyle demiştir:

“Kur’ân’ı okuyunuz, onunla kalplerinizi harekete geçiriniz (duygulanınız)! Arzunuz, bir an evvel sûrenin sonuna varmak olmasın!”[16]

“Kim ilim istiyorsa Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etsin, tefsîri ve kıraati üzerinde yoğunlaşsın! Zira onda, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.”[17]

Bir zât, Zeyd bin Sâbit (r.a)’a gidip, Kur’ân-ı Kerîm’in bir haftada hatmedilmesi husûsunda ne düşündüğünü sormuştu. O da; “İyi olur” dedikten sonra kendi tercihini şöyle ifade etti:

“−Fakat ben, on beş veya yirmi günde bir hatim yapmaktan daha çok hoşlanırım. Neden diye sorarsan; ancak bu şekilde Kur’ân âyetlerindeki hikmet ve ibretleri daha iyi tefekkür edip mânâlarındaki inceliklere daha fazla nüfûz edebilirim.”[18]

Aynı şekilde güvenilir hadis imamlarından Ebû Cemre (ö. 127/744); “Ben Kur’ân-ı Kerim’i çok hızlı okurum. Üç günde Kur’ân’ı hatmediyorum” dediğinde hocası İbn-i Abbas; “Bir gecede üzerinde tefekkür ve tedebbür ederek ve hakkını vererek tertil üzere sadece Bakara sûresini okumak, bana senin şu okuyuşundan daha hoş gelir” demiştir.”[19]

Şu hâdise de sahâbe-i kirâmın Kur’ân’ı nasıl dinleyip nasıl anladığına dair güzel bir misaldir: Bir bedevî Allah Rasûlü’nün fem-i saâdetlerinden “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür”[20] âyet-i kerîmelerini dinlemişti. Büyük bir hayretle:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, zerre ağır­lığınca mı?!” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v), “Evet” buyurdular. Bir anda hâli değişiveren bedevî:

“–Vay benim kusurlarım!” diye âdeta inledi. Ve bu sözlerini defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Rasûlullah (s.a.v) onun ardından:

“–Îman bu bedevînin kalbine girdi” buyurdular.[21]

Tâbiîn neslinin âlimlerinden Iyâs bin Muâviye (r.a), Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbihte bulunur: “Kur’ân’ı okuyup da onun mânâlarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenmediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, ışık getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.”[22]

İmâm Şâfiî (r.a) “İnsanlar Asr Sûresi’ni hakkıyla tefekkür ve tedebbür etseler, sadece bu bile onlara kâfî gelir” buyurmuştur.[23]

Sâlih zâtlardan biri olan Süleyman Dârânî (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl tefekkür ettiğini şöyle ifâde eder: “Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice hazmetmeden başka bir âyete geçemem.”[24]

Büyük âlimlerimizden Fîrûzâbâdî (ö. 817/1415), Allah’ın muhabbetini celbeden on sebebi sayarken ilk olarak “Düşünerek, manalarını anlayarak ve Allah’ın gönderdiği âyetlerle bizden ne istediğini idrak ederek Kur’ân okuma”yı zikreder.[25]

Kur’ân’ın ferdî olarak tefekkürle okunması da bir noktadan sonra yeterli olmayabilir. Müslümanlar bir araya gelerek Kur’ân’ı aralarında müzâkere etmelidirler. Bunun faziletini Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle haber verirler:

“…Bir grup insan, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın Kitâbı’nı okur ve onu aralarında müzâkere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.”[26]

Ashâb-ı kiramın gençleri buna ne güzel örnek olmuşlardır. Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“Ensâr’dan 70 genç vardı, Kurrâ diye isimlendirilirlerdi. Mescidde bulunurlardı, akşam olup hava karardığında Medîne-i Münevvere’nin kenârında tâyin ettikleri bir yere çekilirler, orada sabaha kadar Kur’ân-ı Kerîm dersi yapar, onun mânâlarını anlamak için uzun uzun müzâkerelerde bulunurlar ve uzun uzun namaz kılarlardı. Âileleri onların Mescid’de olduğunu, Mescid’deki Ehl-i Suffe de gençlerin evlerine gittiğini zannederdi. Sabah olduğunda gücü olan gençler civardaki kuyulardan Mescid’e tatlı su getirir, dağdan odun getirip bunları Rasûlullah (s.a.v)’in odasının duvarına dayarlardı. (Efendimiz’in ihtiyacı dışındaki odunları satıp Ehl-i Suffe’ye yiyecek alırlardı.) Mâlî imkânı yerinde olan gençler de toplanıp bir koyun satın alır, onu hazırlayıp pişirir ve yine Efendimiz (s.a.v)’in odasının duvarına asarlardı. (Bu şekilde imkânları nisbetinde infâk eder ve muhtaç mü’minlere ikramlarda bulunurlardı.) Nebî (s.a.v) onların hepsini muallim olarak Arap kabîlelerine gönderdiler. Onlar Bi’r-i Maûne’de ihânete uğradılar. Hâinlerle çarpışarak şehîd oldular. Allah Rasûlü’nün onlara üzüldüğü kadar hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim. Bu hâdise Efendimiz’e o kadar ağır geldi ki Kurrâ’nın kâtillerine (bir ay boyunca) sabah namazından sonra bedduâ ettiler.”[27]

Kur’ân üzerinde tefekkür ve tedebbür büyük bir nimet olduğu için herkese nasib olmaz. Allah bu ihsânını ancak takvâ sahibi kullarına nasib eder. Böyle kullar, kendilerine Kur’ân okunduğunda veya âyet-i kerîmelerle nasihat edildiğinde, hemen dikkat kesilir, onu can kulağıyla dinler, üzerinde düşünür ve itaat ederler. Kibirli ve günahkâr kimseler ise bu nimetten mahrumdurlar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştı­racağım. Onlar bütün mûcizeleri görseler bile îmân etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, he­men ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmektedir.” (el-Aʻrâf 7/146)

Bu sebeple kibirli kimse ilim öğrenemez. Allah’ın azametini ve ahkâmının sağlamlığını gösteren delilleri anlayamaz.[28] Mü’mine düşen mütevâzı bir şekilde Kur’ân okumak, onu anlayıp üzerinde tefekkür etmek ve Allah’tan ilmini ve anlayışını artırmasını istemektir.