Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh, yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah Resûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst seviyede yaşamıştı. Son nefesine kadar ilâhî aşk yangını içinde benliğinden geçmiş, yalnızca Allah Resûlü’nün varlığında hayat bulmuştu. Bu itibarla Resûlullah Efendimiz’le her buluşma vaktinde ve sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Allah Resûlü’nün huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Efendimiz de bu aynîleşme ve muhabbet sebebiyle:
“Ebûbekir bendendir, ben de ondanım. Ebûbekir dünyada ve âhirette kardeşimdir.”[10] buyurmuşlar, böylece mânâ âlemindeki beraberliklerini ve kalpleri arasındaki müstesnâ irtibâtı ifâde etmişlerdir.
Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedeller karşılığında gerçekleşmiştir. Zira insan en ağır bedeli, muhabbeti uğrunda öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.
Hazret-i Ebûbekir radıyallahu anh de, Allah ve Resûlü ile dostluğun ulvî lezzetine gark olmak için; Allah ve Resûlullah muhabbetinin bütün bedellerini hiç tereddüt etmeden ödeyebilmenin gayret ve heyecanı içinde bir hayat yaşamıştır.
Nitekim bir gün Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, Kâbe’de insanları Allâh’a ve Resûlü’ne îmân etmeye çağırmıştı. Buna öfkelenen müşrikler, Hz. Ebûbekir’le mü’minlerin üzerine yürüyüp onları şiddetle dövmeye başladılar. Hele fâsık Utbe, Hz. Ebûbekir’in üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi. Hz. Ebûbekir’in her tarafı kan revân içinde kaldı. Kabîlesi Teymoğulları, Hz. Ebûbekir’i müşriklerin elinden zorla kurtarıp baygın bir hâlde evine götürdüler. Öleceğinden korkuyorlardı.
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, ancak akşama doğru kendine gelebildi ve ilk olarak binbir zahmetle:
“–Resûlullah nasıl, iyi mi?” diye sordu. Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli:
“−Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrar ediyor, Hz. Ebûbekir ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi:
“−Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu. Gece olunca, binbir güçlükle ve gizlice Dâru’l-Erkām’a gidip Resûlullah’ı görünceye kadar hiçbir şey yiyip içmedi. Peygamber Efendimiz’i görünce de hemen dizlerine kapanıp:
“−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah! Benim hiçbir sıkıntım yok. O habis fâsık beni biraz hırpaladı, o kadar!” dedi.[11]
Hz. Ebûbekir’in Babasının Müslüman Olması
Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh şu hâli de onun fenâ fi’r-Rasûl makâmında nasıl da zirveleştiğini, ne güzel ifâde etmektedir:
O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını Müslüman olmak üzere Allah Resûlü’nün huzûruna getirmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Ebûbekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidebilirdik.” buyurdular. Hazret-i Ebûbekir ise:
“–Onun size gelmesi daha münâsiptir. Bir de Allah Teâlâ’nın bu vesîleyle babama sevap vermesini istedim.” dedi.
Ebû Kuhâfe radıyallahu anh, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Ebûbekir radıyallahu anh duygulanıp ağlamaya başladı. Resûlullah, hayretle niçin ağladığını sorunca da şu müthiş cevâbı verdi:
“–Yâ Resûlâllah! Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, babamın değil de, amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi! Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…” (Bkz. Heysemî, VI, 173-174; İbn-i Sa‘d, V, 451)
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh her zaman:
“Vallâhi Resûlullah Efendimiz’in yakınlarını kollayıp gözetmek, benim için kendi yakınlarımı kollamaktan daha sevimlidir.” derdi. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 12, Meğâzî 14)
Bir defasında da Resûlullah Efendimiz:
“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım...” buyurmuştu. Ebûbekir radıyallahu anh ise bu iltifatkâr sözden âdeta bir gayrılık mânâsı çıkararak gözyaşları içinde:
“–Ben de, malım da, hepsi Siz’e âit değil mi yâ Resûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253)
Bu sûretle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifâde etti.
NEBEVÎ ESRÂRIN EN YAKIN MAHREMİ
Hz. Ebûbekir radıyallahu anh, gönlünü, Resûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o, Peygamber Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî oluş sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazandı. Öyle ki Ebûbekir radıyallahu anh, Allâh’ın âyetlerini, Resûlullah Efendimiz’in sözlerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:
“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim...” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebûbekir, yüksek firâsetiyle bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Resûlü’nü ebediyyet âlemine dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.
Hz. Ebûbekir’in Namaz Kıldırması
Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh bu ince kavrayışını gösteren misallerden biri de şudur:
Allah Resûlü son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Hz. Ebûbekir’i radıyallahu anh imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra:
“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..” buyurdu.
Bu sözler üzerine Hz. Ebûbekir’in radıyallahu anh hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Hazret-i Peygamber’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Çünkü o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:
“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)
Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hz. Peygamber’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hz. Ebûbekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:
“–Resûlullah, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî, Salât, 80)
Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Hz. Peygamber olduğunu akıllarına bile getirmemişler ve Hz. Ebûbekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnâda Resûlullah, hem Hz. Ebûbekir’in mahzun gönlünü tesellî hem de ashâbına onun değerini beyan için sözlerine şöyle devam etti:
“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebûbekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.
Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebûbekir’i dost (halîl) edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”[12]
Açık Bırakılan Tek Kapı
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:
“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebûbekir’in kapısı açık kalsın![13] Zira ben, Ebûbekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum...”[14] buyurdular.
Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebûbekir’in radıyallahu anh kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Resûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem husûsî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet ile açılabilir.