Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hazret-i Ahmed’in, akıl ve irfânın zirvesinde olduğunu herkes biliyordu. Fakat kendisine vahyedilen ilâhî bilgileri, her idrak telâkkî edemedi.”

“Vahiy rûhuna ve ledünnî ilme uygun zuhuratlar, pek üstündür, pek yücelerdedir. Akıl onları kavrayamaz. Çünkü o üstün hakîkatler, mânâ âleminin ötelerindedir; akıl ve mantık, oralara ulaşmaktan âciz kalır.”

“Hattâ insanın aklı, vahiy rûhuna uygun hareketleri bile, bazen mecnunluk gibi görür. Bazen de onlara hayran olur, şaşırır kalır. Çünkü bu yüksek hakîkatlerin anlaşılması için aklın da o dereceye yükselmesi, daha doğrusu, aklın kalp ile bir âhenk teşkil etmesi gerekir.”

“Hızır’da tecellî eden ledünnî hakîkatler karşısında Kelîmullah olan Hazret-i Mûsâ’nın bile aklı zorlanmıştı. Hâl böyleyken ey akıllı-fikirli geçinen kişi; söyle bakalım, farenin aklı ne işe yarar?”

“Şunu unutma ki eğer bir zerre, kalkar da bir dağı tartmaya girişirse, o dağ yüzünden terazisi paramparça olur.”

Aklı, Hazret-i Mustafâ huzûrunda kurban et ve; «Allâh’ım bana yeter!» de!”

Îman; Allâh’ın varlığını, birliğini ve haber verdiği hakîkatleri kalp ile tasdik, dil ile ikrardan meydana gelir. Îman, akıl ile idrak değil, kalben bir ön kabuldür.

Mü’minin alâmet-i fârikası; gözlerin görmediği, akılların idrakten âciz kaldığı gaybî hakîkatleri de, şeksiz-şüphesiz, tam bir teslîmiyetle, kalben tasdik etmesidir.

Akıl, dînen mükellef sayılmanın birinci şartıdır. Cenâb-ı Hak, pek çok âyet-i kerîmede kullarına, akıllarını kullanmayı emir buyurmaktadır. Bu yönüyle akıl, son derece kıymetli bir ihsân-ı ilâhîdir. Lâkin pek çok nîmet gibi akıl da, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de.

Nitekim iblis de Rabbinin emrine karşı nefsânî bir akıl yürütme neticesinde âsî olup ebedî lânete dûçâr olmuştur. Bu yüzden aklın, kişiyi hakka ve hayra sevk eden bir rehber vazifesi görebilmesi için, vahiyle terbiye edilmesi şarttır.

Akıl, hakîkate ulaşmada sınırsız bir kudrete sahip değildir. Nasıl ki gözün bir görme mesafesi, kulağın bir işitme hududu varsa, aklın da bir sınırı vardır. Sınırlı olanın, sonsuz olanı bütünüyle kavrayabilmesi ise imkânsızdır. Bir bardağa koca bir okyanusu sığdırmak mümkün değildir.

HZ. EBUBEKİR’E (R.A.) “SIDDIK” DENİLMESİNİN SEBEBİ

Bu yüzden gerçek bir mü’min, bilhassa “gayb” dediğimiz, aklın idrak sınırlarını aşan âleme dâir haberler hususunda, Allâh’a ve Resûl’üne kalben teslîm olmanın huzuruna erebilmiş kimsedir. Şu hâdise, bu hakîkatin zirve bir misâlidir:

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İsrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:

“–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdik etmez!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ebûbekir Sen’i tasdik eder. O sıddîktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, I, 215)

Gerçekten de müşrikler, Mîrac hâdisesini duyduklarında, akıl terazilerinin istiâb haddini aşan bu mûcize sebebiyle, Müslümanları dinlerinden döndürmek için ellerine büyük bir koz geçtiğini zannedip derhâl Hazret-i Ebûbekir’e koştular. Alaycı bir tavırla:

“–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise gayet tabiî bir şekilde:

“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi.

Müşrikler şaşkınlık içinde:

“–Yani sen O’nu tasdîk mi ediyorsun, O’nun bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdik ediyorum. (O’na ötelerden haber gönderen, dilediğinde kulunu o mekânlara götüremez mi?)” dedi.

Daha sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat Efendimiz’den dinledi ve:

“–Sadakte (doğru söyledin) yâ Resûlâllah!..” dedi.

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden son derece memnun kalarak:

“–Ey Ebûbekir! Sen Sıddîk’sın!..” buyurdular. (İbn-i Hişâm, II, 5)

Hazret-i Sıddîk’ın bu kalbî sarsılmazlığı ve tereddütsüz bir şekilde Allah Resûlü’nü tasdik edişi, şüphesiz ki sahip olduğu îman kuvvetinin bir tezâhürüydü. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- onun hakkında:

“Sen, kasırgaların bile hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların dahî yerinden oynatamadığı ulu bir dağ gibiydin!” buyurmuştur.[1]

Dîne hücumların çoğaldığı âhir zaman hengâmında da mü’minler olarak buna benzer sadâkat imtihanlarıyla zaman zaman karşılaşmaktayız. Kâfî derecede ilmî ve irfânî birikimi olmayan bazı müslümanların zihinlerini bulandırmak için, müslümanları içten yıkmayı hedefleyen müsteşriklerin hastalıklı fikirlerini benimseyip bunları diline dolayan, sözde “ilim adamı”(!) etiketli sapkınlara bugün sıkça rastlamaktayız.

Bunların bazıları, birkaç felsefî fikir veya mantık kâidesi öğrenince, Kur’ân ve Sünnet’i küçümsemeye kalkışan bedbahtlardır. Bazıları, servet, şehvet ve şöhret tuzaklarıyla nefislerine mağlup olup dînî hakîkatleri, dünyevî menfaatlerine göre anlayıp anlatan idlâl ehlidir. Bazıları da kendi idrak zaaflarının veya kalplerindeki hastalıkların faturasını dînimiz İslâm’a kesmeye çalışan nasipsizlerdir.