Kainatın sırrı nedir? Kainatın sırrını taşıyan Allah'ın (c.c) esması...
"O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semâya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir." (el-Bakara, 29)
Cenâb-ı Hakk’ın tekvin sıfatı, yoktan var etme demektir; yalnız O’na mahsustur. Sayısız âlemler onun eseridir. Diğer fiilî sıfatlar da tekvîn sıfatı içindedir; Mümît (öldüren), Muhyî (dirilten), Rezzâk (rızık veren) ve diğerleri.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“O (Allâh) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.” (es-Secde, 7)
“Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.” (Yâsîn, 80)
“Allâh’ın yarattığı şeylerin gölgelerinin sağa sola vurarak boyun eğip Allâh’a secde ettiklerini görmüyorlar mı?” (en-Nahl, 48)
Tekvîn sıfatı, diğer sıfatlardan farklıdır. Cenâb-ı Hakk’ta ilim sıfatıyla mâlumat, mütemâyiz ve münkeşif olur. Kudret sıfatıyla varlığın var veya yok edilmeleri sahîh olur. İrâde sıfatıyla var veya yok etmeden biri diğerine tercih olunur. İşte bu tercihten sonra tercih olunanı yaratmakta bi’l-fiil müessir olan sıfat, tekvîn sıfatıdır.
KAİNATIN SIRRI TEKVİN SIFATINDA GİZLİDİR
Kâinâtın sır ve esrârı tekvîn sıfatında gizlidir. Bu itibarla yaratılan her zerre Cenâb-ı Hakk’ı şehâdet hâlindedir.
Hâsılı Cenâb-ı Hakk’ın kulları tarafından bilinmesi, başlıca bu sıfatlarla mümkündür. Bahsettiğimiz bu sıfatlar ve diğer sonsuz sıfât-ı ilâhiyye, ayrı ayrı zaman ve mekân şartlarına göre değil her an Cenâb-ı Hakk’ın varlığında mevcuddur.
Bütün bu sıfatlar hakkında umûmî mânâda şunları da ifade etmek gerekir:
Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sıfatının kendi zâtında bir zıddı yoktur. Yâni O, hayat sahibidir. Ancak hayatı, mahlukat için zıddı olan ölümden münezzehtir. Vardır; varlığı, bunun zıddı olan yokluktan münezzehtir. İlim sahibidir; bunun zıddı olan cehilden münezzehtir. İhtiyaçları giderir; muhtaçlıktan münezzehtir, ilâ-âhir her sıfat-ı ilâhî böyledir.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk, bütün sıfatlarında uzuv gibi vâsıtalardan da münezzehtir ve ilâhî sıfatların, Allâh’ta olduğu şekliyle insanlarda ve diğer mahlûkatta en ufak bir zerresi dahî yoktur. Sadece onların kırıntı kabîlinden tecellîleri vardır. Yâni bizim konuşmamız bize âid bir kelâm sıfatı ile değil, O’nun kelâm sıfatının kırıntı kabîlinden bir tecellîsi iledir. Dolayısıyla Allâh’ın hayât sahibi, yâni Hayy olmasıyla bizim hayatımız aslâ birbirine benzemez. O’nun görmesi bizim görmemiz gibi değildir. Kudreti de hâkezâ.
Kısaca O’nun yüce zâtına âid bütün sıfatların muhtevâları tariflere sığmayacak bir genişlik ve sonsuzluk arzeder. Onların hepsi ezelî ve ebedîdir. Hepsi O’nda mutlaktır ve sonsuz bir husûsiyetle muttasıftır. Yâni hiçbir sıfatının hudud ve sâhili yoktur. Bu itibarla O’nun ilmi, kelâmı, kudreti, tekvîni ve diğer bütün evsâfı bu mâhiyetleriyle her türlü teşbîh ve îzâhtan da münezzehtir. Bizim ve dünyâmızın husûsiyetleri ise hem mahdûd, hem de fânîdir. Bu hâliyle daha kendisini kâmil mânâda tanıyamayan insanoğlunun, elbette ki Cenâb-ı Hakk’a âid, O’na mahsûs, yâni husûsî mâhiyette olan sıfatları lâyıkı vechile idrâki mümkün değildir. Yâni nasıl ki Allâh Teâlâ’nın zâtının hakîkat ve mâhiyetini idrâk edemiyorsak, sıfatlarının da hakîkat ve mâhiyetini kâmil mânâda idrâk edemeyiz.
Diğer taraftan üst derecedeki bir varlık veya vasıf, normal şartlarda alt derecedekine benzetilmez. Benzetilirse, bu ancak onu küçültmek için yapılır. Meselâ bir kedi arslana benzetilirse, bu teşbih, onun hemcinslerine karşı kuvvet ve kudret üstünlüğünü ifade ederken, bir arslanın kediye benzetilmesi hâlinde temas edilen hakîkat, korkaklık ve acziyettir. Bu bakımdan Allâh’ı mahlukatla teşbîh ve temsîl büyük bir gaflet ve cürümdür. Bundan da öte, Cenâb-ı Hakk’ın şân-ı ulûhiyyetine yakışmayan çirkin bir iftirâ hükmündedir. Onun için bu cürme şirk, fâillerine de müşrik denir. Ez-cümle müşriklerin yanıldığı husus, meselâ Allâh’ın sonsuz derecede geniş olan işitme vasfını kendi işitme husûsiyetlerine benzetmeye kalkışmaları, O’nun görmesini kendi görüş çerçevelerine sığdırmaya cür’et etmeleri ve neticede Allâh husûsundaki inançlarını, ellerinde şekillenen âciz taş parçalarına kadar daraltmalarıdır ki, gaflet ve dalâletin bundan büyüğü olamaz. Lâkin hakîkati idrâk edip kendindeki görme, duyma, anlama, konuşma vs. bütün sıfatları Allâh Teâlâ’nın sıfatlarının kırıntı kabîlinden bir tecellîsi olduğunu kavrayanlar, hiçlik iklîminde mârifet feyizleriyle yaşar ve gerçek îmânın derin hazzı içinde fânîleşerek:
“Allâh’tan başka varlık yoktur.” derler. Gönül ve dimağları irfânın zirvesinde:
“Yâ Rabb! Sen nasılsan öylesin!” hikmetiyle yoğrulur.
Böylece onlar, her türlü vehim ve vesveseden âzâde bir kalb-i selîm ile Rabblerine vâsıl olur, velîler defterine yazılırlar.
Bir derviş Bâyezîd-i Bistâmî’ye sordu:
“–Efendim, Allâh’ın en büyük isimleri hangileridir?”
Bâyezîd cevap verdi:
“–Evlâdım, Allâh Teâlâ’nın hangi ismi küçüktür ki?!. Gâfil olma; Allâh’ın bütün isimleri büyüktür. Sen ondan talebinin kabûl edilmesini istiyorsan kalbini mâsivâ işgâlinden korumaya bak! Onun esmâsı gâfil kalplerde tecellî etmez. Lâkin onun nûruyla mâmûr kalbe Allâh Teâlâ her an nice esmâsıyla nazar eyler!”