Kur’ân’ın kendine mahsus bir üslûbu ve hitap tarzı vardır. Onun hitap tarzı incelendiğinde beşer sözü olmadığı veya insanın içinden doğan şuuraltı bir his olmadığı derhal anlaşılır. Âyetleri okuyan bir insan onlarda konuşan zâtın kesinlikle bir insan olmadığını hemen farkeder. Söz, sahib[1]inin renginde zuhûr eder ve yüce bir Yaratan’a âit olduğunu gösterir. Kur’ân’da kullarına hitâb eden zât dâimî sûrette Allah Teâlâ’dır. Yüce Rabbimiz emreden, yasaklayan, rasûlüne ne söyleyeceğini öğreten, seven, gazap eden, râzı olan veya olmayan zât olarak sözü dâimâ elinde tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyeti emirle başlayıp yüzlerce defa “قُل :ْEy Nebî, onlara söyle”, “قُلوُاو :Ey insanlar, söyleyiniz” diye hitap edilmiştir. Bunun yanında insanlara sayılamayacak kadar emir verilmiş, bazı şeyleri yapmaları, bazılarını da yapmamaları söylenmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, vahyin başından itibaren kullarına yaratılmış olduklarını hatırlatacak şekilde âmir bir üslupla konuşmuş, her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu açıkça ifade etmiştir. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu gösteren hitap tarzının bir yönü de, bütün âyetlerde Allah’ın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine ya açıktan ya bir zamirle veya gizli bir işaretle mutlaka yer verilmesidir. Kur’ân’da Allah’ın kemâl sıfatları, azamet ve celâli açık bir üslupla ve hiçbir beşerin kitabında olmaya[1]cak kadar çok zikredilir. Kur’ân-ı Kerîm, baştan sona Allah’ın esmâ-i hüsnâsı, kemâl sıfatları, ulûhiyeti, rubûbiyeti, hâlıkiyeti, rahmâniyeti ve kudsiyeti gibi mevzuların en yüksek anlatımı ile doludur. Onda “Allah” lafzı dünyadaki hiçbir kitapta olamayacak şekilde çoktur. Hangi sahifesine, hatta hangi satırına bakılsa orada muhakkak Allah’ın bir takım isim veya sıfatları bulunur. Kur’ân-ı Kerîm, dinî ve dünyevî muâmelâtla alâkalı hükümler, şahsî, âilevî ve ictimaî hayata dâir esaslardan hangisini işlerse işlesin, muhakkak bir vesîleyle Allah’ın isim veya sıfatlarından pek çoğunu orada zikreder. Her şeyi elinde tutan Allah Teâlâ’nın azameti, Kur’ân’ın başından sonuna kadar her yerinde kuvvetli bir şekilde dâimâ hissedilir. Bu da, boş bir kuruntu, gurur ve kibirden kaynaklanan bir bencillik değil, hakîkaten öyle olduğu için gerçeklerin açıklanmasından kaynaklanan ve kendinden emîn, katʻî ifâdelerin verdiği bir havadır.[33] Bu azameti beşer kelâmında bulmak mümkün değildir. Diğer mühim bir husus da Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunun, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hadîs-i şerîflerdeki üslûbundan çok farklı olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in sözü olsaydı, her yönüyle onun hadislerine benzemesi gerekirdi. Bir insanda ise böylesine farklı iki üslûp hiç görülmemiştir. Dipnotlar: [1] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 4, Tefsîr, 75; Müslim, Salât, 147. [2] Taberî, Câmiu’l-beyân, 24: 65, 66. [3] Ebû Hafs Sirâcüddîn Ömer b. Ali en[1]Numânî (v. 775), el-Lübâb fî ulûmi’l-Kitâb, thk. Âdil Ahmed - Ali Muhammed (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1419/1998), 19: 559. [4] Taberî, Câmiu’l-beyân, 24: 67. [5] Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767), Tefsîru Mukâtil b. Süleymân, thk. Abdullah Mahmûd Şahhâte (Beyrut: Dâru İhyâi’t[1]Türâs, 1423), 3: 43; Taberî, Câmiu’l-beyân, 18: 382; İbn Atıyye, Ebû Muhammed Abdülhak b. Gālib el-Endelüsî, el[1]Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, thk. Abdü’s-Selam Abdü’ş-Şâfî Muhammed (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1422), 4: 66; Nâsırüddîn Ebû Saîd Abdullāh b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, thk. Muhammed Abdurrahman el-Merʻaşlî (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1418), 4: 40; Ebû Hayyân, 7: 387-388. [6] Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 2: 414; Vâhıdî, el-Vecîz, s. 706; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, 3: 177-178. [7] Bkz. Zemahşerî, 3: 90. [8] el-A‘lâ 87/6-7. [9] eş-Şu‘arâ 26/193; en-Necm 53/5-6; et-Tekvîr 81/19-21. [10] et-Tekvîr 81/24. [11] Meryem 19/64. [12] Buhârî, Tefsir 19/2, Bed’ü’l-Halk 6, Tevhid 28; Tirmizî, Tefsir, 19/3157; Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiʻ li-ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ahmed el[1]Berdûnî, İbrahim Itfeyyiş (Kâhire: Dâru’l[1]Kütübi’l-Mısrıyye, 1384/1964), 11: 128- 129. [13] el-İsrâ 17/85. [14] Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, 15: 238-239, [el-İsrâ 17/85]; Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî, et[1]Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-ğayb) (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1420), 21: 204, [Meryem 19/64]. [15] Buhârî, Îmân, 30. [16] Ebü’s-Suûd Muhammed b. Muhammed, İrşâdü’l-akli’s-selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ts.), 1: 174, (el[1]Bakara 2/144). [17] Buhârî, Îman, 30; Tefsir, 2/12, 18; Salât, 31; Müslim, Mesâcid, 11; Nesâî, Kıble, 1, Salât, 22; İbn Sa‘d, 1: 241-242. [18] Bkz. en-Nûr 24/11-21; Buhârî, Şehâdât 15, 30, Hibe 15, Cihâd 64, Megâzi 11, 34, Tefsir 12/3, 24/6, 11, Eymân 18, İʻtisan 28, Tevhîd 35, 52; Müslim, Tevbe 56. [19] Bu âyet-i kerîmelerdeki itâb (azarla[1]ma), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in zellesi sebebiyle vâkî olmuştur. Zelle, peygamberlerin işlediği gayr-i irâdî hatâdır. Bu zelleler peygamberlere murâd-ı ilâhî ile şu gâyelere mâtuf olarak yaptırılır: 1. Cennete girmeleri teminat altında olan peygamberlere âcizliklerini idrâk ettirmek, 2. Kendilerinin lûtf-i ilâhîye müstağrak olduklarını bilerek vazifelerine ihtimam göstermelerini sağlamak, 3. İşlenen zelleyi ümmete irşad vesilesi kılmak, 4. Seçkin kulların, böyle îkazlar karşısında rikkat-i kalbiyye sahibi olup bu ve benzeri fiillerden kaçınarak Kur’ân ahlâkına kavuşmalarını temin etmek, 5. Peygamberlerin de beşer olduğunu gösterip, insanların hristiyanlıkta olduğu gibi onlara ulûhiyet izâfe etmesine mânî olmak.