Hz. Mevlana Halid-i Bağdadi kimdir? Altın Silsile’nin 29’uncu halkası, asrının müceddidi, zahir ve batın ilimlerinde engin bir derya olan Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri’nin hayatı...

Asrının müceddidi, zâhir ve bâtın ilimlerinde engin bir deryâ olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin nesebi, baba tarafından Hz. Osman’a, anne tarafından da Hz. Ali’ye ulaşır. Lâkabı Ziyâüddîn’dir. Osmânî diye de anılmıştır.

HZ. MEVLANA HALİD-İ BAĞDADİ KİMDİR?

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğdu. Daha genç yaşlarında keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı sebebiyle zamanın aklî ve naklî ilimlerinde gâyet yüksek bir seviyeye ulaştı. Hesap, hendese, astronomi ilimlerine varıncaya kadar hemen hemen bütün sahalarda derinleşti. Hangi ilimden ne sorulsa derhâl cevâbını verir, ondaki yüksek zekâ ve engin bilgi ummânı karşısında herkes hayrette kalırdı. Zamanın pek çok büyük âliminden ilim tahsil etti ve icâzet aldı. Böylece devrindeki ulemânın ve tasavvuf erbâbının en üstünü oldu.

Ömrü zühd ve takvâ ile geçen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’in esrârına son derece vâkıf idi. O, âlimlerin âlimiydi. “Şemsü’ş-Şümûs”, yani “Güneşler Güneşi” diye anılırdı. Hakîkatin sırlarına, sırların da hakîkatine muttalî idi. O, daha icâzet almadan ve talebeyken bile ilimde temâyüz ederek herkesin alâkasını çekmişti. Bu sırada kendisini ziyaret eden Süleymaniye mutasarrıfı Abdurrahman Paşa, onun ilim ve irfânına hayran kalmış ve:

“–Süleymaniye medreselerinden hangisini arzu ederseniz oranın müderrisi olunuz!” teklifinde bulunmuştu. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ise yüksek zühd ve takvâsı sebebiyle bu teklifi kabûl etmedi. Henüz icâzet almamış olduğu için ilim an’anesine hürmeten:

“–Bu hizmetin ehli değilim!..” dedi.[1]

Bir müddet sonra tâun (vebâ) hastalığından vefât eden hocasının yerine müderris olmak mecburiyetinde kaldı. Muhtelif yerlerden pek çok meşhur âlim ona gelip mesele ve müşküllerini hallederek kendisinden istifâde ederdi.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri farzlara ilâveten nâfile ibadetlerle de dâimâ Allâh’a yönelmeyi arzu ettiğinden, hâkimler, vâliler ve idarecilerle oturup kalkmaz, herkese karşı müstağnî davranırdı.

Mevlânâ Hâlid’in sözleri, avâm-havâs bütün insanlar üzerinde pek tesirli idi. Büyük âlimlerin bile gıpta ettiği nezih bir hayat yaşardı. Herkes tarafından sevilen, pek sabırlı ve kanaat ehli bir Hak dostu idi. Gözü yaşlı, gönlü cezbeli, yüzünde dâimâ derin tefekkür izleri görünen, muhterem bir zât idi.[2]

HİCAZ SEFERİ

Yedi sene kadar ders okutan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Resûlullah Efendimiz’e duyduğu engin muhabbetin sevkiyle 1805 senesinde hicaz seferine çıktı. Yolda Şam âlimlerinden çok hürmet gördü. Bu arada Mustafa Kürdî adında bir zâttan Kâdirî icâzeti aldı. Ancak o, tevâzû ve mahviyet içinde bulunuyor ve kendisinin kemâlât yolunda daha da mesâfe kat etmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun için Medîne-i Münevvere’ye vardığında kâmil bir velî bulup ona teslîm olarak mâneviyâtını ilerletmek arzusundaydı.

İşte o büyük ilim deryâsı, bu hâlet-i rûhiye ile Medîne-i Münevvere’ye vardı. Bir gün orada nur yüzlü bir zâta rastladı. Yemenli olan bu Hak dostunun mânevî câzibesine kapılarak tıpkı câhil birinin âlim bir zâttan nasihat istemesi gibi ondan öğüt taleb etti. O zât da şöyle buyurdu:

“–Ey Hâlid! Mekke-i Mükerreme’ye vardığında Kâbe’de şayet edebe mugâyir bir şey görürsen, muhâtabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir yorumda bulunma! Gözünü ve kalbini, ayıp ve kusur aramaktan uzak tut! İç dünyân ile meşgul ol!”

İlk bakışta kapalı bir îkaz mâhiyetinde görünen bu ifâde, gerçekte, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ile onu asıl mertebesine iletecek olan pîr-i kâmil Abdullah Dehlevî arasındaki esrârengiz zuhûrâta bir işaretti. Ancak Mekke-i Mükerreme’ye vardığında oradaki mânevî feyzin heyecanıyla âdeta bir gönül sarhoşluğu içinde bulunan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bir cuma günü, dağınık kıyafetli, garip görünüşlü ve nur yüzlü bir derviş gördü. Dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden:

«–Şu zât Kâbe-i Muazzama’ya karşı lâzım olan edebi göstermiyor. Arkasını Kâbe’ye dönmüş vaziyette oturuyor!» diye düşündü. Bu esnâda sadır sadıra olan o zat, Hâlid-i Bağdâdî’ye:

“–Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha efdaldir. (Çünkü kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalp, beytullah’tır.) O hâlde yüzümü sana, arkamı Kâbe’ye çevirmeme niçin îtiraz ediyorsun? Medîne-i Münevvere’de o sâlih kişiden dinlediğin nasihati ne çabuk unuttun?” dedi. Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bu kimsenin sıradan biri değil, büyük velîlerden olduğunu idrâk ederek özür diledi ve hemen ellerine sarıldı:

“–Ey sâlih zât! Ne olur bana himmet et, beni talebeliğe kabûl eyle!” diye ricâ etti. O esrârengiz derviş, ufukların sırlı derinliklerine bakarak:

“–Senin fütûhâtın bu bölgede değil!” dedi. Sonra eliyle Hindistan yönünü işaret ederek:

“–Sana oradan işaret gelecek ve fütûhâtın orada olacak!..” buyurdu.[3]

Yani mânevî terbiyesinin Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan Abdullah Dehlevî Hazretlerinin irşâdında kemâle ereceğine işaret etti.

Bu ifâdeler, Mevlânâ Hâlid Hazretlerine derinden tesir etti. Hac vazifesini îfâdan sonra memleketi Süleymaniye’ye döndü. Tekrar ilim okutmaya başladı. Takvâsı ve güzel hâlleri her geçen gün artıyordu. Fakat gece gündüz Hindistan’ı düşünüyor, bu sebeple üzerinde dâimâ hasret ve ıztırap eserleri görülüyordu.

Fazla zaman geçmemişti. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu hâlet-i rûhiye içinde mânevî ihtilâçlar yaşarken, bir gün Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin talebelerinden bir zât çıkageldi. Ona Hindistan’daki üstâdından bahsedince Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bunun, beklediği işâret olduğuna iyice kanaat getirdi ve derhâl yol hazırlıklarına başladı. Medreseyi ve talebelerini bıraktı. Ancak kendisini çok seven talebeleri ve ahâli, onu Hindistan’a göndermek istemediler. Gideceği memleketin siyâsî bakımdan son derece karanlık ve tehlikeli bir yer olduğunu, bu sebeple hayatından endişe ettiklerini söylediler. Bütün bunlara rağmen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) ilâhî bir emirle Hz. Hızır’ı (a.s.) arayıp bulmak ve ondan hikmet tahsil etmek yolunda gösterdiği azmi kendisine örnek alarak:

“Âb-ı hayat arıyorsan, karanlığa gitmelisin!” dedi ve Hindistan’a gitmekte kararlı olduğunu ifâde etti.[4]