Muhammed bin Vasi Hazretleri kimdir? Muhammed bin Vasi (k.s.) nasıl bir ahlâk ve mizaca sahipti? Muhammed bin Vasi Hazretleri hakkında kısaca bilgileri...

Adı Muhammed bin Vâsi, künyesi Ebû Abdillah ve Ebû Bekir, nisbesi el-Basrî el-Ezdî. Tebe-i tabiîn neslinden. Pek çok tabiî’nin hizmetinde bulundu. Hasan Basrî’nin talebesi, Abdülvâhid bin Zeyd ve Mâlik bin Dinâr ile arkadaş. Riyâzat ehli, gözü yaşlı bir zahid ve âlim. Hasan Basrî ona “Alimlerin süsü” (Zeynü’l-kurrâ) diye iltifat ederdi. Başta üstadı Hasan Basrî olmak üzere İbn Sîrîn ve benzerlerinden az sayıda hadis rivayet etti. Vefatı 127/744.

Muhammed bin Vâsi, bakanların gönlünü ferahlatan, kalplerdeki kasveti atan bir yüze sahipti. Nitekim akranlarından biri: “Ben kalbimde bir kasvet hissettiğim zaman ferahlamak için Muhammed bin Vâsi’in yüzüne bakardım. Çünkü onun yüzü, çocuğunu kaybetmiş annenin yüzü gibi hüzünlü olurdu. Ondaki hüzün, bendeki kasveti alır, kalbim ferahlardı” diye anlatırdı. Günahına ağlar, karalar bağlardı. Derdi ki: “Her günahın bir kokusu olsa, siz benim pis kokumdan yanıma yaklaşamazdınız. Nasıl cennette ağlayan bir adam görmek garib ve acaibse, dünyada da gülen ve ağlamayan adam görmek o kadar garib ve acaib.”

Ağlamayı sevmekle birlikte ağlamanın zahidlere ad ve sıfat olmasından hoşlanmazdı. Nitekim Hammâd bin Zeyd şöyle anlatıyor: Hastalığı sırasında Muhammed bin Vâsi’i ziyaret için yanına vardık. Biz orada iken Yahya el-Bekkâ da onun ziyaretine geldi. İçeri girmek için izin istedi. İbn Vâsi, gelenin kim olduğunu sordu. “Yahya el-Bekkâ” yani gözü yaşlı, çok ağlayan Yahya, dediler. İbn Vâsi’: “Bugün sizin en şerlileriniz kendilerine ağlama sıfatı yakıştıranlarınızdır.” dedi ve şöyle konuştu: “Ben, ‘adam’ ona derim ki, Allah aşkı ve korkusuyla yirmi yıl gözyaşı akıtmış olsun da bundan hanımının bile haberi olmasın.”

Arkadaşı Mâlik bin Dînar, onun mikdar-ı kâfi maişetle yetinip kanaat göstermesine gıbta ederdi: “Aç sabahlayıp, aç olarak akşamlayan ve Allah’dan bu haliyle de hoşnud olan kimseye nasıl imrenmem” derdi.

Çalımlı yürüyüşten, kendinde varlık görüp mağrur görünüşten hoşlanmazdı. Bir oğlu vardı. Çalımlı çalımlı yürürdü. Birgün onu çağırdı ve sordu:

– Sen kim olduğunu biliyor musun? Annen iki yüz dirheme satın aldığım bir cariye, baban da, Allah sayılarını artırmasın, halkın en kötüsü. Neyinle çalım satıyorsun?

DÜNYADAKİ İYİLER

Dünyaya rağbet etmezdi, dünyacılara yüz vermezdi. O’na göre dünya şu üç şeyin dışında ne kötüydü:

  1. Kişinin hatasını ve eğriliğini düzelten bir arkadaş.
  2. Yanılmaların bağışlandığı cemaatle namaz.
  3. Minnetsiz gelen mikdar-ı kafi bir azık.

Halkın tazimle ziyaret edip kendisinde birşeyler görmesinden rahatsız olurdu. Ziyaretçilerine “benden ne umuyorsunuz? Elim, kolum bağlanıp yüzümden tutularak cehenneme sürüklendiğim zaman benim size ve kendime ne faydam olabilir” derdi.

Birgün adamın biri geldi ve nasihat talebinde bulundu. İbn Vâsi:

– Dünya ve ahirette melik olmaya bak, dedi. Adam:

– Bu nasıl olur? diye sorunca:

– Dünyaya karşı zühd içinde olur, hiç kimseden birşey ummazsan; dünya padişahı olursun. Bütün halkı Hakk’a muhtaç görür, fakr ve ihtiyacını sadece Allah’a arzedersen, ahiret padişahı olursun, cevabını verdi.

DİLE SAHİP OLMAK

Dile sahip olmanın zorluk ve önemine işaret için Mâlik bin Dinar’a: “Dili korumak, altın ve gümüşü korumaktan daha zor.” demişti.

Üstadı Hasan Basrî ve diğer gönüldaşları gibi sûf (yün) elbise giyerdi. Fakat bunun, zühd tefahuru şeklinde anlaşılmasından korkardı. Nitekim bir gün yine sûf giyerek Kuteybe bin Müslimin yanına vardı. Kuteybe sordu:

– Niçin sûf giydin? İbn Vâsi, cevap vermedi. Kuteybe tekrar sorunca şunları söyledi:

– Eğer zühdümden dolayı giydim, desem kendimi övmüş olurum. Başkasını bulamadığımdan, yokluktan giydim, desem, Allah’tan şikayetçi olmuş olurum. Bu yüzden cevap vermemeyi tercih ettim.

“Nasılsın?” diye halini soranlara: “Ömrü eksilen, günahı artan ve hergün ölüme bir merhale daha yaklaşan kim­senin hali nasıl olursa, ben de öyleyim.” der, ölümü unut­mamayı, ahireti hatırdan çıkarmamayı öğütlerdi.

KAZA VE KADER

“Kaza ve kader” konusunda kelamcılar gibi ileri geri konuşmayı, yorumlar yapmayı hoş karşılamazdı. Böyle sualler soranlara:

– “Allah, yarın kıyamet gününde kaza ve kaderden değil, yaptıklarımızdan soracak, siz, sorumlu olmadıklarınıza değil, mes’ûl bulunduklarınıza bakın.” derdi.

Allah korkusundan dolayı, nefsine düşmanlık edeni Allah Teâlâ’nın, kendi hışmından emin kılacağını söylerdi.

Az yemek ve ince anlayış ve kavrayış arasında bir ilgi kurar, az yiyenin, iyi anlayıp anlatacağını, saf ve rakik olacağını; çok yiyenin ise ağırlaşıp düşündüklerinin çoğunu gerçekleştiremiyeceğini söylerdi.

Sabırsızın dostu olmazdı. Kendi fikrini beğenenin tavsiye ve nasihatından fayda umulmazdı. Çünkü böylelerinin öğütleri bir işe yaramazdı.

ZULÜM VE DUA

Kendisinden dua talebinde bulunan bir idareciye şöyle çıkıştı:

– Kapında “Bana zulmettin” diyen bir sürü insan varken benim duamın sana ne faydası olacak? Zulmü bırak, duama ihtiyacın kalmaz.

Nafile ibadete düşkündü. Mekke’den Basra’ya kadar kendisiyle yolculuk yapan arkadaşları, geceleri devamlı nafile namaz kıldığını, çok az uyuduğunu ve sabah olunca da arkadaşlarını tek tek namaza kaldırdığını anlatırlardı.