Ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’i nasıl sevdiler ve îmânı hayatlarına nasıl taşıdılar? Müslüman bir gencin, ashâb-ı kirâma bakışı nasıl olmalı? Bizler, onlardaki hangi vasıfları kendimize örnek almalıyız?
Rabbimiz, sahâbe-i kirâmı bizlere “örnek nesil” olarak takdim ediyor. Âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:
“(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)
Rabbimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’deki beyanlarını idrâk hususunda nasıl ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zirve ise, Peygamber Efendimiz’in mübârek sözlerini, hâl ve davranışlarını idrâk ve ihâtada birinci derecede ilmî kudret ve anlayış sahibi olanlar da “ashâb-ı kirâm” hazarâtıdır. Zira ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nübüvvet aynasına yansıyan ilâhî güzellikleri ve hikmetleri bizzat müşâhede edip muktezâsınca yaşayabilme bahtiyarlığına ermiş, Hakk’ın nasipli kullarıdır.
Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Ashâbım yıldızlar gibidir. Onların hangisine iktidâ ederseniz (uyarsanız) doğru yolu bulursunuz.”[1] buyruluyor. Efendimiz’in bu şehâdetiyle de sâbittir ki sahâbe-i kirâm, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa müstesnâ bir numûne-i imtisaldir. Onları böylesine müstesnâ bir mertebeye yükselten nebevî terbiyenin muhtevâsına girebilmek, her mü’minin gönül ufku olmalıdır.
Hakîkaten ashâb-ı kirâmın, mâzîlerindeki câhiliye devri itibâriyle gönül âlemleri çorak topraklara benziyordu. O topraklar, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet meclislerindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede, vaktiyle üzeri toprakla örtülmüş bulunan nice fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ buldu. Sadırdan sadıra in’ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle, o yıldız şahsiyetler ahlâk ve fazîlette zirveleşti.
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî temsîlî şöyle bir hikâye nakleder:
“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyihâ yayılır. Adam kile sorar:
«–A mübârek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, anber misin?»
Kil ona cevâben şöyle der:
«–Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin, bir gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir.»”
İşte ashâb-ı kirâmın ibadetlerindeki rûhâniyet, muâmelâtındaki zarâfet, ahlâkındaki nezâket, gönüllerindeki letâfet, duygularındaki derinlik ve incelikler, hep O Varlık Nûru’ndan akseden rûhânî parıltılardır.
Onlar, samîmiyet, teslîmiyet ve tevâzu ile gönüllerini Allah Rasûlü’nün önüne serdiler, böylece tâlibi oldukları güzelliğin akislerine bir tecellîgâh olma mazhariyetine erdiler.
Hâlbuki onlar;
Câhiliye devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli, merhametsiz, vicdansız, hak ve hukuk tanımaz insanlardı. Fakat Efendimiz’in terbiyesine girince bu ham ve kaba şahsiyet eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde, gözü-gönlü yaş dolu, fedakâr, ince, rakik, hassas ve fazîletin zirvesinde bir insan hüviyeti teşekkül etti.
Ashâb-ı kirâm, cihânın bir benzerini daha görmediği en güzîde Peygamber’in talebeleriydi. Onlar bütün problemlerini, Allah Rasûlü’nün gönül âleminden aldıkları feyiz ve rûhâniyetle bertaraf ettiler. Yine O’nun muhabbetini en kıymetli hazine bilip sonsuzluğun seyyâhı oldular.
Onların dünya hayatına âit bir endişeleri yoktu. Onlar, her gittikleri yere Allah Rasûlü’nün örnek şahsiyetini taşıma gayreti içinde yaşadılar. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı olan Kur’ân’ı öğrendiler, okudular, hissettiler, gönüllerinde hazmettiler; sözleriyle, davranışlarıyla, hâlleriyle ve ahlâklarıyla tebliğ ve temsil ettiler.
Ashâb-ı kirâm, tebliğ hayatları boyunca nice ham ruhların yanlış söz ve davranışlarına mâruz kaldılar. Fakat Allah yolunda çektikleri bu sıkıntılardan dolayı hiçbir zaman incinmediler, gayretlerinde hiçbir azalma olmadı. Dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlinde yaşadılar.
Onlar, Efendimiz’le bu âlemdeki beraberliklerini, ebedî âlemde de sürdürebilmenin aşkıyla her türlü fedakârlığa îman heyecanıyla katlandılar. Çin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara yapılan zorlu, çetin ve çileli seferlerde bile yorulmadılar. Zira onlar, gönüllerini Allah ve Rasûl’ünün muhabbetiyle tezyîn etmişlerdi.
Hiçbir zaman Efendimiz’den ayrı kalmak istemediler. Bir gölgenin sahibine olan sadâkati gibi, Efendimiz’i takip ettiler. Meselâ Uhud’dan sonra Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâbına, düşman ordusunu takip emri vermişti. Birisi ağır, iki yaralı sahâbî, Efendimiz’in bu dâvetine de icâbet edebilmek için; Hamrâü’l-Esed’e kadar birbirlerine tutuna tutuna gittiler, bütün zorluk ve ıztırâbına rağmen o seferden de geri kalmadılar.
Onlar Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhumâ- idi. Şöyle diyorlardı:
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. (Biz mâzuruz. Fakat bu fazîletten geri kalmayalım.) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.”
Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)
Bu fedakârlıkları dolayısıyla, şu ilâhî iltifâta mazhar oldular:
“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 172)
Yine ashâbın, gönüllerinde nasıl bir peygamber sevgisi taşıdıklarına dâir, şu hâdiseyi de nakledelim:
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud Gazvesi’nin sonunda, çok sevdiği sahâbîlerinden Sa‘d bin Rebî’nin durumunu özellikle merak etmişti. Ashâbından birini harp meydanına gönderip onu aramasını emretti. Sahâbî, Hazret-i Sa‘d’ı ne kadar aradıysa da bulamadı. Artık geri dönecekti ki son bir ümitle:
“–Ey Sa‘d! Beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gönderdi. O, senin sağ mı, yoksa şehîd mi olduğunu haber vermemi emretti!” diye seslendi.
Sa‘d, o sırada son anlarını yaşıyordu. Cevap verecek mecâli yoktu. Ama kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü topladı ve:
“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Sahâbî, derhal Hazret-i Sa‘d’ın yanına koştu. Onu, vücudu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlinde şu son sözlerini dinledi:
“–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i düşmanlarından korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)
Bugün de Efendimiz’in Kur’ân ve Sünnet emanetine sahip çıkma mes’ûliyeti bizim omuzlarımızda…
Merhum Mehmed Akif, câhiliyeyi;
“Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” diye tarif ediyor. İşte böylesine ham gönüllerin, Efendimiz’in terbiyesi ile nasıl kemâle erdiğini, nasıl bir kardeşlik ufkunun yaşandığını gösteren bir başka misal de şudur:
Câbir -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar(ak o tarafı çok gösterir), Muhâcirler’e; «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da (çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye az görünen yığını alırlar) ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e kalırdı. Ensâr da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı…”