«–Ey Mü’minlerin Emîri namaz! Namaz kılındı!» dediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen ayıldı ve:

«–Öyle mi? Vallâhi namazı terk edenin İslâm’dan nasîbi yoktur.» dedi. Kalktı ve yarasından kanlar akarak namazını kıldı.” (Heysemî, I, 295; İbn-i Sa’d, III, 35; Muvatta, Tahâret, 51)

Namaz hususunda ashâb-ı kirâmın Efendimiz’e olan ittibâsına bir misal kabîlinden şunu da zikretmek istiyorum:

Enes -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazını altı rekât kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”

Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle diyor:

“Hazret-i Enes’in bu ifadelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Taberânî, Evsat, II, 68/1276)

Bizler de bu hususta kendimizi sık sık muhâsebe edelim:

Rabbimiz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanındaki mü’minlerin vasıflarını zikrederken; “…Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29) buyuruyor. Cenâb-ı Hak, insan anatomisini secdeye en müsait şekilde yaratmış.

Namaz kulluğumuzun tescili, şükrümüzün bir ifadesi. Bir bardak su verene bile teşekkür ederken, bizlere sayısız nîmeti ihsân eden Rabbimiz’e teşekkür etmemek, nankörlük olmaz mı?

Bugün pek çok insan, “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) âyetinin sırrından uzakta yaşadığı için, rûhî buhranlardan, maddî-mânevî sıkıntılardan kurtulamıyor. Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne yapıyordu?

‒Ezan okununca Allâh’ın huzûruna çıkacağı için âdeta hayatı durduruyordu.

‒Namazı hemen ilk vaktinde ve huşû ile edâ ediyor, sonra da o ibadet rûhâniyeti içinde işlerine devam ediyordu.

Bizler de Efendimiz’in Sünnet’ine uyarak günlük işlerimizi, plân ve programlarımızı namaza göre tanzim edebilirsek, ezan vakti girer girmez her şeyden sıyrılıp Rabbimiz’in huzûruna koşabilirsek -inşâallah- O’nun rızâ-yı ilâhîsine nâil oluruz. Ayrıca namaza göstereceğimiz bu îtinâ, hayatımıza da ayrı bir feyz ve rahmet olarak akseder.

Şunu unutmayalım ki deistler ve hristiyanlar gibi ibadetsiz, muâmelâtsız bir dînî hayat, insanın ebedî kurtuluşuna yetecek olsaydı, Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼi ve Peygamber Efendimizʼi göndermezdi, bunca ibadeti emir buyurmazdı.

Velhâsıl, namaza olan iştiyak ve muhabbet, gönüldeki Allah sevgisinin bir tezâhürüdür. Bizler de sabırla, yılmadan Allâh’ın sevdiği amelleri îfâ etmeye çalışalım ki, Allah da bizi sevsin. Zira Allah kulunu sevdiğinde, sevdiği amellerin sevgisini de lûtfeder, onları târifsiz bir lezzet duyarak îfâ edebilmeyi nasîb eder.

Cenâb-ı Hak, cümlemize namazı sevdirsin. Onu gözlerimizin nûru, gönüllerimizin mîrâcı eylesin. Âmîn!..