Ramazân-ı Şerîfʼin hakiki güzelliği nasıl idrak edilir? Bu mübârek ayda yapmamız gereken ibadetler neler? Ramazân-ı Şerîf'te dua etmenin, Allah'a (c.c) iltica etmenin fazileti nedir?
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Zikr u tehlîli ve tesbîhi güzel,
Hem namazı ve terâvîhi güzel,
Zavʼ-i kandîl ü mesâbîhi[ güzel,
Geldi hoş lûtf ile şehr-i Ramazan…
Ramazân-ı Şerîfʼin hakikî güzelliği; onun ibadet vecdiyle ihyâ edilmesiyle idrâk edilebilir. Zira bu ay, başta oruç olmak üzere, beş vakte ilâveten kılınan terâvih ve nâfile namazlarla, Kurʼân hatimleriyle, infaklarla, zikir ve salevât-ı şerîfelerle, velhâsıl sâlih amellerle, dolu dolu ihyâ etmemiz için lûtfedilmiştir.
Bu mübârek ayda, tuttuğumuz oruçlar vesîlesiyle nîmetlerin kadrini daha derinden idrak edip şükrümüzü artırmalıyız. Açların ve muhtaçların hâline daha çok âşinâ olmalı, onların mahrûmiyetini telâfî için fedakârlık ve cömertlik seferberliğine girmeliyiz. Zekât, fitre, sadaka ve bütün imkânlarımızdan yapacağımız infaklarla hem onların gönüllerini kazanıp hayır duâlarını almalı, hem de kendi gönül dünyamızı ihyâ etmeliyiz. Zira hadîs-i şerîfte buyruluyor:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan; fakiri doyur, yetimin başını okşa!..” (Ahmed, II, 263)
Diğer taraftan, lüks lokantalarda, hattâ Ramazan dışındaki dönemlerde içkili olan bazı mekânlarda iftar ziyafetleri düzenlemek veya böyle davetlere katılmak -hele de milletçe büyük felâketlerle imtihan edildiğimiz bu zamanda- bir müslümana aslâ yakışmaz.
MADDİ VE MANEVİ TEDBİRLER
6 Şubatʼta Türkiyemiz büyük bir deprem felâketiyle sarsıldı. Ardından sel felâketleri yaşandı. Elbette bu nevî âfetler için maddî tedbirler almak gerektiği gibi, mânevî tedbirleri de ihmâl etmemek gerekiyor.
Namazın her rekâtında Fâtiha Sûresi’ni okuyoruz. Fâtiha’da bugün bilhassa üzerinde düşünmemiz gereken;
“(Ey Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyetidir.
Bu âyette bizim sadece ferdî olarak değil, toplum hâlinde Allâh’a kullukta bulunmamız gerektiğine dikkat çekiliyor. Buna göre toplum olarak “اِيَّاكَ نَعْبُدُ”yu ne kadar yaşarsak, yani birlik ve beraberlik içinde ilâhî emir ve yasaklara ne kadar riâyet edip Hakk’a kul olabilirsek, “وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ”, yani Allâh’ın yardımına da o nisbette nâil olabiliriz.
Tarihimizden şu misâl ne kadar mânidardır:
Çanakkaleʼde bir grup askerimiz düşman tarafından çembere alınmıştı. Orada Binbaşı Lütfi Bey: “Yetiş yâ Muhammed, Kitab’ın elden gidiyor!” diye haykırarak istimdâd etti.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Veysel Karanî Hazretleri’ne izâfeten buyurduğu; “Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.”[8] sırrına benzer şekilde, zamanlar ve mekânlar ötesinden Rasûlullah Efendimiz’e âdeta bir nefes-i Rahmânî gitti. O’ndan da, zor durumdaki ümmetine bir nefes-i Rahmânî yetişti. Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve inâyetiyle düşman kuşatması yarıldı, asker selâmet buldu.
NEFES-İ RAHMÂNÎʼYE MUHTACIZ
Bugün de, karşılaştığımız iptilâ ve musîbetleri bertaraf etmek için, o nefes-i Rahmânîʼye muhtacız. Maddî tedbirlerin yanı sıra, samimî gözyaşlarıyla tevbe, istiğfar ve niyazlarda bulunmalıyız.
İşte Ramazân-ı Şerîf, toplum olarak Cenâb-ı Hakkʼa yönelip Oʼndan yardım dilemek için en güzel ilticâ mevsimidir.
Diğer taraftan müʼmin, din kardeşleri zor durumdayken huzur bulamayan, hassas bir vicdana sahip olmalıdır. Unutmayalım ki bugünler;
‒Ramazân-ı Şerîfʼin rahmet ikliminde, muzdarip din kardeşlerimizle ekmeğimizi bölüşme, imkânlarımızı paylaşma günleridir.
‒Yaşama zevkini bir kenara bırakıp yaşatma sevdâsına gönül verme günleridir.
‒Din kardeşlerimizin dertleriyle dertlenip onlara şefkat ve merhametle kol-kanat germe günleridir.
‒İhsan ve ikram etmenin mânevî hazzıyla ruhlarımızı doyurma günleridir.
Elbette iftarlar vesîlesiyle eş-dost, konu-komşu, akraba ziyaretleri de yapılmalıdır. Lâkin iftarlarda en mühim gâyenin, ona muhtaç olan fukarâya, yetime, öksüze, mazluma ve mağdura ikram etmek olduğu unutulmamalıdır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, zenginlerin çağrılıp fakirlerin mahrum edildiği düğün yemeği hakkında; “ne fenâ bir yemek” buyuruyor.[9] Aynı şekilde, iftar yemeğinin aslî gâyesi olan fukarâya ikram etmeyi unutarak, onu sırf eş-dost arasında bir ziyafete dönüştürmek de, Ramazanʼın özüne ve rûhuna aykırı bir durumdur.
Çocukluk yıllarımızda Erenköyʼdeki evimizin bahçesinde iftarlar verilirdi. Toplumun en alt tabakasından en üst tabakasına kadar her kesimden insan bu iftarlara davet edilirdi. Birbirleriyle kolayca ünsiyet edebilmeleri için faytoncular, çöpçüler, hademe-i hayrat mensupları, akrabalar, hocaefendiler ayrı ayrı günlerde çağrılır, iftardan sonra da hepsine, “dişlerinizi yorduk” diye zarif bir nükte ile “diş kirası” tâbir edilen muhtelif hediyeler takdim edilirdi. İslâm ahlâkının, ecdâdımız Osmanlı’daki müstesnâ nezâket ve zarâfet tezâhürlerinden biri olan bu güzel gelenek, o günlerde yaşanmaya devam ediyordu.
Fakat o zamanlar dahî, Ramazân-ı Şerîfʼin rûhunu idrâk edemeyenler için; tiyatrolar, sinemalar, eğlence mekânları vardı. Bundan gâye; geç vakte kadar bu mekânlarda vakit geçirmek, sahuru yaptıktan sonra da yatıp orucun mühim bir kısmını uykuda tutmaktı.
Günümüzde de geceleri televizyon ve internet başında, İslâmî ve ahlâkî değerlerimizle bağdaşmayan film ve programlarla vakit geçirmeler -maalesef- çoğaldı. Hâlbuki Ramazan geceleri, ekran başında takılıp kalma zamanı değil, Rabbimizʼle baş başa kalmanın en feyizli vakitleridir. Bu kıymetli vakitleri zâyî etmek, mânevî bir serveti boşa harcamaktır. Nâdide bir pırlantayı çöpe atmaktan daha hazin bir kayıptır.