Ebû Hayseme radıyallâhu anh başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medîne’de kalmış, orduya iştirâk edememişti. İslâm ordusu yola çıktı.O günlerden birinde; bahçesindeki çardak[1]ta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu da davet etmişti. Ebû Hayseme; ikramlara bakarken, Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem ve ashâbının kızgın çöllerdeki hâlini tefekkür etti. Bir anda aklı başına geldi ve kendi kendine: “–Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?” dedi.
Sofraya elini bile sürmeden derhâl yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna yetişti. Onun geldiğini gören Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem sevindi ve: “–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998) Tebük Seferi’ne mâzeretsiz olarak katılmayan üç sahâbî ise dönüşte çetin bir imtihanla karşı karşıya kaldı.
Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem bu üç sahâbî ile görüşme yasağı koydu. İhtilâttan men edildiler. Kimse onlarla muhatap olmadı. Selâmlarını bile almadılar. Âyet-i kerîmenin ifadesiyle, “yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi”.[4] Elli beş gün süren bu tecrîdin ardından, onların tev[1]belerinin kabulünü müjdeleyen âyetler nâzil oldu. Ne kadar ibretlidir ki bu sahâbîler, o güne kadar gerçekleşen bütün harplere katılmışlardı. Biri hâriç, İslâm’ın ilk harbi olan Bedir’e dahî iştirâk etmişlerdi. Fakat yalnızca Tebük’e katılmamaları üzerine böyle ağır bir şekilde cezâlandırıldılar. Demek ki, cihâd emrinin gerçekleştirilmesi hususunda; “Ben şu kadar gayret ettim, bu bana yeter!” gibi bahaneler, Allah katında aslâ makbul değildir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Allah yolunda infâk ediniz de kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz. Zira Allah (iyilikte bulunan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195) Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlünü bildiren şu kıssa da çok ibretlidir: Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anh iki kez İstanbul’a gerçekleştirilen seferlere katıldı. Bir defasında Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken; Medîneli bir cengâver, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler hayretler içinde; “–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” demişlerdi.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle dedi: “–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. (Biz Ensâr, Allah Rasûlü’ne misafirperverlik ettik, O’nunla gazvelere iştirâk ettik. Neyimiz varsa, Allah Rasûlü’nün yoluna bezlettik. Fakat daha sonra, yani) Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz; «Artık mallarımızın (ve hurma bahçelerimizin) başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzer[1]ine Allah Teâlâ, bu âyeti vahyetti. Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir.” İşte bu ilâhî îkâza bütün samimiyetiyle kulak verip ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri; dünyanın süsüne ve rahatına hiçbir zaman iltifat etmedi. Allah yolunda hizmetten geri kalmadı. Nihayet katıldığı İstanbul seferi esnasında şehîd olarak, surların yakınına (bugün kendi adıyla anılan Eyüp Sultan semtine) defnedildi.
(Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972) Zira cihad emrinde, namazdaki gibi vakit ve rekât sayısı; farz oruçtaki gibi gün tahdidi; zekât[1]taki gibi ne miktarda verilirse mes’ûliyetinden kurtulacağımızı belirleyen nisâb ve nisbetler yok[1]tur. Hac gibi, ömürde bir kez edâsı da mükellefiyeti ortadan kaldırmaz. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Allah uğrunda, hakkını vererek cihât edin!..” (el-Hacc, 78) Cihâdın hakkı ise yakîn gelene kadar, yani son nefese kadar her türlü imkânla bütün gayret[1]lerin Allah yolunda sarf edilmesidir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; “Mü’min, sonunda varacağı yer cennet oluncaya kadar, işittiği hiçbir hayra aslâ doymaz.” buyrulmuştur. (Tirmizî, İlim, 19/2686) İşte cihad nisâbının meçhul bırakılması sebe[1]biyledir ki sahâbe-i kirâm son nefeslerine kadar Allah yolunda bütün güçleriyle gayret göstermişlerdir. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin İstanbul’a gelmesi gibi, Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh- o zamanın zor şartları altında Çin’e gitmiş, İbn-i Abbas’ın kardeşi Kusam -radıyallâhu anh- ve Hazret-i Osman’ın oğlu Muhammed -radıyallâhu anh- Semerkand’a İslâm’ın nûrunu taşımışlardır. Bizler de kendimizi asr-ı saâdet toplumuyla mîzân ederek hâlimizi muhâsebe etmek durumundayız: Ashâb-ı kirâmın bu cihâd aşkına mukâbil bizler, îman gayret ve heyecanımızı ne kadar artırabiliyoruz? Bilhassa emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker hizmetlerine ne kadar îtinâ gösterebiliyoruz?.. Cihatsız bir Müslümanlığın olamayacağını Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz açıkça beyân etmişlerdir: Beşîr bin Hasâsiyye radıyallâhu anh anlatıyor: “Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e bey‘at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu. Ben de şöyle dedim:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan iki[1]sine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum. Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.» Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu: «–Cihat yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.»
Bunun üzerine; «–Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim.” (Ahmed, V, 224) Tebük’ten sonra nâzil olduğu bildirilen şu âyet-i kerîmeler de cihâdın üstünlüğünü tebârüz ettirdi: “Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında[1]oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz. Allah; malları ve canları ile cihâd edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (Cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri, (özür veya vazife îcâbı Medîne’de bırakılanlar hâriç) oturan[1]lardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (en-Nisâ, 95-96)