Bu sene; İstanbul’un fethinin 569’uncu, Diyarbakır’ın fethedilmesinin ise 1383’üncü yıl dönümüdür. Bu vesile ile bugünkü yazımızda; fetih ile işgal arasındaki anlam farkına değindikten sonra, önce İstanbul’un daha sonra da Diyarbakır’ın fethinden kısaca bahsedeceğiz.

Fetihle İşgal Arasındaki Fark

Fetih ile işgal arasında bulunan farkı net olarak ortaya koyabilmemiz için; ilk önce fethin ne olduğunu ve neleri kazandırdığını, aynı şekilde işgalin ne olduğunu ve neleri kaybettirdiğini belirtmemiz gerekir.

Fetih; Allah adının yüce olması (i‘lay-ı kelimetullah) için gidilen yerlerde İslami hakikatler ilan edilirken orada yaşayan masum sivil insanlara herhangi bir zarar verilmeden bölgenin alınması, hakimiyet kurulduktan sonra da adaletle yönetilmesidir.

Fetihte insanların dini inançlarına ve geleneklerine müdahale edilmez. Yalnızca idareye el konularak İslamî bir düzen tesis edilir. Diğer bir ifadeyle ilk önce devlet İslam’ın kontrolüne geçer.

İşgal ise; bölgenin sahip olduğu yeraltı ve yerüstü servetlerinin ele geçirilmesi maksadıyla insan hayatının hiçe sayılarak büyük katliamların yapılması ve memleketin harabeye çevrilmesidir. İşgal edilen bölgede bulunan her şey, güç kullanılarak yağmalanır ve baskı yönetimi kurularak sömürülür.

Fethedilen bir yerde emniyet ve hürriyet ümidi canlanır. Fethedilen yerde dinî inançlara ve örflere karışılmadığı gibi mabetlere de dokunulmaz. Hiçbir kimseye dininden vazgeçmesi konusunda baskı yapılmaz. Fethedilen bölgedeki insanların hayat tarzı değiştirilmez, yalnızca o bölgeyi idare eden devlet düzeni değişmektedir. Halk, bireysel ve toplumsal özelliklerini koruyarak hayatına kaldığı yerden devam eder. Buna en güzel örnek olarak İstanbul’un fethini gösterebiliriz.

İşgalciler ise; asıl amaçları olan tabiî zenginlikleri alıncaya ve sömürüyü gerçekleştirinceye kadar, hedeflerine bıraktıkları bölgeleri ne pahasına olursa olsun bir harabeye döndürürler ve alt üst ederler. Bugün ABD’nin Ortadoğu ülkelerinde gerçekleştirdiği sömürüler ve işgaller, hep bu maksada dayanmaktadır. Petrolü zimmetine geçirdikten sonra varsın toprağı bölge halkının olsun! İsterse bunun adı da özgürlük  ve bağımsızlık olsun!

Konuyu özetlersek; işgalde zorbalık, fetihte ise serbeslik vardır. İşgalde benlik kavgası verilirken fetihte birliktelik vurgulanır. İşgal madde temelli iken, fetih manaya dayalıdır. Birisinin asıl kaynağı nefis iken, diğerinin menbaı akıl, gönül ve ruhtur. Birisi batıl medeniyetin karakteri, diğeri Hak medeniyetinin ahlakıdır. İşgal şeytanın tahrik ve teşvikiyle gerçekleşirken, fetih ise Allah’ın rızası ve insanların dünya ve ahiret hayatına dair saadet ve selameti için yapılır.

Tarihte İslam medeniyeti ile Haçlı zihniyetini karşılaştırdığımızda, birbirine zıt iki durumla karşılaşırız. Misal olarak; Kudüs’ün Hz. Ömer (r.a.) tarafından fethi ile Haçlılar tarafından işgalini karşılaştırarak aralarındaki farka bakalım:

Hz. Ömer’in (r.a.) 637’de Kudüs’ü fethinden sonra, “Yeniden Diriliş Kilisesi” de denilen “Kutsal Kabir Kilisesi’nde” bulunduğu esnada namaz vakti girdiğinde başrahip namazını kilisede kılmasını istemiştir. Fakat Hz. Ömer (r.a.) bu teklifi nezaketle reddetmiştir. Burada namaz kılması halinde bazı Müslümanların ileride burayı sahiplenebileceği hatta “Kutsal Kabir Kilisesini” yıkarak burada Cami yapabileceği endişesiyle namazını oranın karşısında kılmıştır. Daha sonra burada Hz. Ömer (r.a.) adına bir Cami inşa edilmiştir.

Diğer taraftan Haçlılar, Kudüs’ü işgal ettikleri zaman, insanlık tarihinde nadir görülen bir vahşet ortaya koymuşlardır. Şehirde bulunan bütün Müslümanlar katledilmiş, Kubbetü’s-Sahra yağmalanmış, Mescid-i Aksa’ya sığınanların tamamı kılıçtan geçirilmiştir. Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle bazı Musevîler bile sığındıkları sinagoglarla ateşe verilerek diri diri yakılmışlardır. Yaklaşık 70 bin Müslüman öldürülmüş, Müslüman kadınlar sığındıkları Hz. Ömer Camii’nde çocuklarıyla birlikte katledilmiş, 10 bin kadar Müslüman da Süleyman Mabedinde öldürülmüştür. Görüldüğü gibi Hz. Ömer’in (r.a.) uygulamasında rahmet, Haçlıların tavrında ise vahşet vardır.

Şimdi bile dünyanın birçok yerinde işgal ve sömürü faaliyetleri hızla devam etmektedir. İşgalciler her nereye gitmişlerse kurtarıcı, özgürlükçü, insan hakları ve demokrasi adına gitmişler! Ancak icraatları tam tersi olmuştur. Girdikleri her yerde insan kanını donduracak vahşet manzaralarını göstermişlerdir. Kadın ve çocukların ırzına geçmek, bebekleri analarının kucağından alıp gözlerinin önünde köpeklere parçalatmak ya da bacaklarından tutup kayalara vurarak öldürmek, dil, burun, meme, kol, bacak kesmek; insanları canlı canlı yakmak ya da aç bırakarak ölüme göndermek, onların karekteristik özellikleridir.

Müslümanlar; gittikleri yerlerde kan dökmemiş, Han, Hamam, Kervansaray gibi halkın faydalanacağı imaretler inşa etmiştir. İşgalci güçler ise; gittikleri yerlere hizmet götürmek bir yana, buralarda taş üstünde taş bırakmamıştır. Irak’ın işgalinden sonra buradaki cami, türbe, müze gibi yapıların, kurumların nasıl yakılıp yıkıldığı, yağmalandığı gözler önündedir.

Fetihte can, mal, din, namus gibi değerler korumaya alınırken işgalin hemen sonrasında mal, can ve namus tecavüze maruz kalmakta, din tahrif edilmektedir. Fetihte ağaçlara, tarlalara bile zarar verme durumu söz konusu değildir ve yaşlılar, kadınlar, çocuklar, hastalar kısacası siviller koruma altındadır. İşgalde ise öncelikli hedef sivillerdir.

Görüldüğü gibi fetih; beşeriyet için sonsuza kadar hayır vadedip iyiliklere ve güzelliklere vesile olurken, işgal kötülük vadedip her türlü haksızlıklara sebep olmaktadır. Fetih, hakkın ve adaletin mümessili, işgal ise zulüm ve vahşetin simgesidir.

Söz konusu iki kavram yeryüzü ile gökyüzü, doğu ile batı arasındaki mesafe kadar birbirine uzak, siyah ile beyaz, Melek ile Şeytan gibi birbirlerine zıttır. Bu sebeple ikisini yani “fetih ile işgali” aynı kefeye bırakmak kesinlikle doğru değildir ve büyük bir haksızlıktır.

Sözün neticesi olarak; fetihte adalet işgalde zulüm, fetihte merhamet işgalde vahşet, fetihte muhabbet işgalde nefret, fetihte izzete davet işgalde zillete mahkumiyet, fetihte hürriyet işgalde esaret, fetihte gönüllerin imarı ve kalplerin ihyası işgalde ise yakım, yıkım ve ölüm vardır.

İstanbul’un Fethi

Tarihte birçok imparatorluğa ve medeniyete başkentlik yapan kadim şehir İstanbul; tarih, siyaset, ticaret ve kültürün en önemli merkezlerinden biri olma özelliğini yüzyıllardan beri muhafaza etmektedir. Hem Doğu hem de Batı Medeniyetinin bir temsilcisi olarak farklı bir misyonu ruhunda taşıyan, aynı zamanda bu medeniyetlerin fikri temellerini de belirleyen İstanbul tarih boyunca birçok ordu tarafından defalarca kuşatılmıştır.

İstanbul sonraki yüzyıllarda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “İstanbul (Konstantiniyye) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır. Onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18957) hadisi ile Müslüman dünyası için de önemli bir şehir haline gelmiştir.

Sultan II. Mehmed, 6 Nisan 1453 tarihinde İstanbul kuşatmasına başladı. Osmanlı ordusunda önemli hocalardan Akşemseddin ve Molla Gürani de bulunuyordu. Osmanlı ordusu kenti karadan ve denizden kuşatma altına alırken, ordu surlarda gedikler açtıkça Bizanslılar surları yeniliyor ve şehre girilmesine izin vermiyordu. Sultan II. Mehmed, 21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece 72 parça kadırganın (savaş gemilerinin) karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi emrini verdi. Dolmabahçe üzerinden Haliç’e indirilen gemilerle savaşın gidişatı değişmeye başladı.

Osmanlı Donanması’nın Haliç’e indirilmesi ile savaşın seyri Osmanlılar lehine dönerken, Sultan II. Mehmed, 29 Mayıs’ta büyük taarruz için emir verdi. 29 Mayıs’ta günün ilk ışıkları ile başlayan taarruzda, Ulubatlı Hasan’ın Bizans surlarına çıkarak Osmanlı sancağını dikmesiyle Osmanlı ordusu moral kazandı.

29 Mayıs 1453’te kapıları açılan İstanbul, Sultan II. Mehmed’in önderliğindeki Osmanlı birlikleri tarafından fethedildi. Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) övgüsüne mazhar olarak “Fatih” unvanını alan Sultan II. Mehmed, İstanbul’u yağmalatmazken, fethin nişanesi olarak da şehrin en büyük ibadethanesi olan Ayasofya’yı camiye dönüştürdü.

Diyarbakır’ın Fethi

Dönemin  Halifesi Hz. Ömer (r.a.) fethin komutanlığını İyâz b. Ganem’e (r.a.) vermiştir. İyâz b. Ganem (ra) Bedir, Uhud, Hendek olmak üzere Peygamberimizin (s.a.v.) bütün gazvelerine iştirak etmiş bir sahabîdir. Orduda meşhur komutan Halid b. Velid (r.a.) de vardır ve ordunun sol kanadını komuta etmekle görevlidir.

İyâz b. Ganem (r.a.) komutasındaki sekiz bin kişilik ordu Diyarbakır surlarının önüne geldi, askerlerin bini sahabîydi. Bizanslılara bağlı şehrin melikesi Meryem ed-Dariye şehrin teslim edilmesi talebini reddetti. Bizans askerleri surları kullanarak şehri savundular. Surların verdiği avantajdan dolayı şehrin kuşatması 5 ay sürdü. Halid b. Velid (r.a.) sur etrafında yaptığı keşiflerin birinde sur duvarları dibinde gizli bir su deliği gördü. Gizli su deliğinin genişletilmesinden sonra Halid b. Velid (r.a.) ve çoğu sahabî olan yaklaşık yüz mücahit bir gece sura girdi. Fetihten sonra ismi, fetih kapısı olarak adlandırılan kapıyı İslam ordusuna açarak şehre girilmesi sağlandı. Kapıyı açmak için Bizans aslerleri ile sahabîler arasında yaşanan vuruşmada içinde Halid b. Velid’in (r.a.) oğlunun da bulunduğu 27 sahabî şehit oldu. Bu şehidlerin mezarları İçkale’de bulunan Hz. Süleyman Camii yanındaki şehitlikte bulunmaktadır.

Daha önce fethettiği yerlere getirdiği adelet ve huzurla tanınan İslam ordusu, halkla yüz yüze gelince, bizansın zulmünden bıkan halk, İslam ordusuna teslim oldu ve hiçbir zorlama altında kalmadan İslama girdi.

Böylece Sahabîler ve Peygamberler şehri olarak da bilinen Diyarbakır, Mekkenin fethinden 10 yıl sonra Hz. Ömer (r.a.) döneminde 27 Mayıs 639’da İslam orduları tarafından fethedildi. O gün Diyarbakır İslamla şereflenmiş ve Peygamberlerin mirası olan Diyarbakır, sahabelere devrolunmuştur. Diyarbakır surları ezanlarla ve tekbirlerle ihya olmuş, Diyarbakır halkı adaletle tanışmış, imanla şereflenmiş ve saadet yolunu bulmuştur.

Bu tarihten sonra tevhid sancağı Diyarbakır surlarında dalgalandı ve şehrin merkezindeki “Mar Toma Kilisesi” ise fethin sembolü olarak camiye çevrilip “Ulucami” olarak adlandırıldı.

Rabbimizin istikbalimizi ve gönüllerimizi nice yeni fetihlere mazhar kılması temennisiyle…