İnsan taklit meyli ile yaratılmıştır. Muhabbet duyup örnek aldığı kimsenin hâliyle hâllenir. Bakışı, konuşması, tefekkürü ve gönül dünyası, kalpten kalbe gerçekleşen mânevî alışverişle birbirine benzemeye başlar, hattâ aynîleşir.
Bir çocuk, bu taklit meyli dolayısıyla anne-babasının konuştuğu dili, herhangi bir eğitim almadan rahatlıkla konuşmaya başlar. Onlara duyduğu muhabbet ölçüsünde de anne-babasının hâliyle hâllenir. Onlar gibi davranışlar sergiler.
Asr-ı saâdette ashâb-ı kiram da, gönüllerini bir muhabbet çağlayanı hâlinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e raptettiler.
O’nun karakter ve şahsiyetine meftûn oldular.
O’na tâbî oldular, O’nunla huzur buldular. Kendilerini böylece Allâh’a sevdirdiler.
Âyette şöyle buyuruluyor:
“(Rasûlüm!) De ki:
Eğer Allâh’ı seviyorsanız [فَاتَّبِعُون۪ى] bana tâbî olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 31)
Onlar Efendimiz’in karşısında asla «bana göre» demediler.
Efendimiz’in fiil ve davranışlarını hayatlarına aksettirmek için;
“–Bunu niçin böyle yaptınız yâ Rasûlâllah?” gibi bir suâle ihtiyaç duymadılar.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bir ameli îfâ ederken bir defa görmeleri, O’na ittibâ etmeleri için yeterliydi. Hikmetini bilmeseler de güçleri nisbetinde onu îfâya gayret gösterdiler.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayağa kalktığını gördük, biz de kalktık; oturduğunu gördük, biz de oturduk.” (Ahmed, I, 83)
Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazı kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”
Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle diyor:
“Hazret-i Enes’in bu ifadelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Bkz. Taberânî, Evsat, II, 68/1276)
Bir gölge, sahibinden nasıl ayrılamazsa, ashâb-ı kiram da tam bir sadâkatle Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i takip ettiler, O’na cân u gönülden tâbî oldular.
Bu ittibâ öyle bir dereceye geldi ki;
“Yâ Rasûlâllah! Anam babam, canım, malım Sana fedâ olsun!” dediler. Fedâkârlık muhabbetin neticesidir.
Sahâbenin Efendimiz’e ittibâı bereketiyle;
–Kuzey Afrika fethedildi, ganîmetler geldi. Fakat onların riyâzat hâli ve evlerinin geometrisi değişmedi.
–İsraf ve cimrilikten şiddetle sakındılar. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş; sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu.
–«Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı» telâkkîsi gelişti.
Velhâsıl onlar, hem yaşadıkları zamanı hem de kendilerinden sonraki çağları şekillendirdiler. İnsanı özüyle tanıştırdılar.
Kıyâmete kadar gelecek olan ümmet-i Muhammed’in rızâ-yı ilâhîye vuslat yolu da; Allah Rasûlü’ne ve O’nun güzîde ashâbına güzelce tâbî olmaktan geçer.
Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)
İttibâ sırrının bize öğrettiği bir husus da şudur ki;
İslâm’ı tebliğ, irşad, imâmet, vaaz ve muallimlik gibi kudsî vazifeler, zâhirî bir meslek değildir.
Marangozluk, demircilik, mühendislik ve benzeri dünyevî bir meslek, sırf zâhirî bilgilerle tahsil edilebilir.
Lâkin, dînî vazifeler böyle değildir. Bunlar gönülden ittibâ sırrıyla, tıpkı ashâbın idrâki ile tahsil edilmedikçe, güzel bir netice vermez.
Meselâ;
Siyer-i Nebî’yi kronolojiden ibaret, kuru bir şekilde isimler, hâdiseler ve tarihlerin sayılması şeklinde okumak ve okutmak gönüllere inşirah vermez.
Efendimiz’e ihlâs ile ittibâ eden bir muallim ise, Siyer-i Nebî’yi, yaşayarak anlatır. Talebelerini âdetâ asr-ı saâdete götürür.
Bütün dînî ilim ve vazifelerde bu muhabbetle ittibâ sırrını, tâliplere kazandırmak zarûreti vardır.
Kur’ân-ı Kerim’de okuduğumuz kıssada;
Musa -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’a gittiği zaman;
“–Sana tâbî olabilir miyim?” dedi. Hazret-i Hızır da, kendisine tâbî olabilmesinin şartlarını bildirdi.
Duygularımız ancak tâbî olmakla terbiye olur. Muhabbet, sevilenin hâliyle hâllenmeye götürür. Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanan bir kalp, musaffâ hâle gelir, tezkiye olur, huzur bulur.