Peygamberimizin (s.a.s.) tebliği nasıldı? İmâm Mâtûrîdî’nin, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in kâfirlerin isteklerine zerre kadar meyil göstermemesi ile ilgili tespitleri...
Kur’ân-ı Kerîm’in derin manalarının anlaşılmasına yardımcı olan belagat ilmine göre kurulan bir cümlenin bütün öğeleri o cümlenin ifade etmek istediği anlama bakmalı ve onu takviye etmelidir. Sözün gücü onun ögelerinin birbirlerine yardım edip destek vermesiyle tamamlanır. Belagat ilmindeki bu sanatın Kur’an-ı Kerîm’de tam anlamıyla zeminini bulduğunu söyleyebiliriz.
Öyle ki Yüce Kur’ân’da cümle ve kelimelerin birbirini destekleyerek aynı mana güzelliklerini göstermesi ve cümlenin ögelerinin ayetin mana bütünlüğüne hizmet etmesi, onun nazmının erişilmez üstünlüğüne önemli bir işarettir. Bu hususu pek çok ayet örneği ile açıklamak mümkündür. Biz bunu Rasûlullah (s.a.v.)’in, Allah’ın dinini tebliğde ne kadar dikkatli ve tavizsiz olduğunu dile getiren İsrâ sûresi 73-75. âyet-i kerimeler ışığında ele almak istiyoruz:
PEYGAMBERİMİZİN TEBLİĞİ NASILDI?
Yüce Allah, Hicret öncesi Mekke’de Peygamber Efendimiz (sas) ile müşrikler arasında yaşanan gerginliklerden, müşriklerin uyguladıkları baskılardan, Peygamberimiz’i Allah adına yalan uydurmaya yani Allah’ın dediğini dememiş, demediğini de demiş gibi göstermeye zorlamalarından, bu hususta son derece ısrarcı olmalarından, buna karşılık Hz. Peygamber’in (sas) ne yapıp ne yapmaması gerektiğinden, ne yaparsa karşılığının ne olacağından bahsederek şöyle buyurmaktadır:
“Rasûlüm! Müşrikler akıllarınca seni kandıracak, sana vahyettiğimizi bıraktırıp, onun yerine başka şeyleri bize isnat etmeni sağlayacaklardı. Ancak böyle yaptığın takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana tam sebât vermemiş olsaydık, onlara çok küçük de olsa bir meyil gösterebilirdin. O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.”[1]
-
âyette bahsedildiği üzere müşriklerin Peygamberimizi (sas) Kur’ân’ı değiştirmeye zorladıkları ve bu yönde açık talepleri olduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, öldükten sonra huzurumuza çıkacakları inanç ve beklentisi içinde olmayanlar: “Ya bize bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” derler. Onlara şunu söyle: “Benim onu kendi arzuma göre değiştirmem mümkün değildir. Ben, ancak bana vahyedilene uyarım. Ayrıca, eğer Rabbime karşı gelecek olursam, doğrusu ben, pek büyük bir günün azabından korkarım.”[2]
PEYGAMBERİMİZİN MÜŞRİKLERE MEYLETMEMESİ
Lafız-mana uyumu açısından âyete bakıldığında, kullanılan bütün kelimeler ve kelimelerin sıralanışı sanki birbirleriyle sözleşmişçesine peş peşe Peygamber Efendimiz’in (sas) onların isteklerine zerre kadar meyil göstermediğini ifade etmektedir. Bu hususta İmâm Mâtûrîdî’nin (ö. 333/944) tespitleri şöyledir:
1) Öncelikle Yüce Allah, Peygamberi’ne (sas) sebat verdiğini, onu onlara meyletmekten koruduğunu haber vermektedir. Buna göre Peygamberimiz’in (sas) onlara en küçük bir meyil bile göstermediği anlaşılmaktadır. Öylesine bir sebat verdi ki, onlara meyletmeye yaklaşmadı bile.
2) Âyette kullanılan كِدْتَ fiili (aslı Kâde), tekârub yani bir işe, bir şeye yaklaşma fiilidir. Dolayısıyla burada bahsedilen “meyletme” değil, “meyletmeye yaklaşma”dır. Bu da “meyletme”nin vukuunu öteleme anlamı taşımaktadır.
3) Yine âyette geçen rukûn (تَرْكَنُ) kelimesi, “azıcık, basit bir meyil” demektir.[3] Bu fiil de Peygamberimizle (sas) ilgili sözkonusu edilen meylin “son derece az, neredeyse yok denecek kadar az bir meyil” olduğuna işaret etmektedir. Meyletmenin farklı dereceleri vardır. Mesela Nisâ sûresi 27. âyette “şehvetlerine uyanların, bizim büsbütün yoldan çıkıp uçurumlara yuvarlanmamızı (meylen ‘azîmen) istemekte oldukları” bildirilmektedir.
4) Âyetin sonundaki “şey’en kalîlen” yani “az bir şey, çok az bir şey” ifadesi de yine burada sözkonusu edilen meylin –olmamakla birlikte- çok az bir meyil olduğunu dile getirmektedir. Bu da sözkonusu meylin -en küçük bile olsa- asla olmadığı düşüncesini desteklemektedir. Eğer “şey’en kebîran” deseydi, bu belki kişinin küfre düşmesine sebep olabilecek bir meyil olabilirdi.[4]
Müfessir Fahreddin Râzî (ö. 606/1210), âyetteki lafız-mana uyumuna farklı bir bağlantıyla temas etmekte ve İmam Mâtûrîdî’ye yakın hatta onu andırır izahlarda bulunmaktadır. O, öncelikle Peygamberlerin masum olduklarını kabul etmeyenlerin İsrâ sûresi 74. âyetten hareketle ortaya attıkları iddiaları zikretmiş, sonra kendisi bu iddiaları cevaplarken âyette kullanılan lafızların inceliklerine değinmiştir. Buna göre:
1) Kâde (لَقَدْ كِدْتَ) fiilinin manası “olayazmak, yaklaşmak”tır. Buna göre ayetin manası, “o, neredeyse onlara azıcık meyledecekti, fitneye düşecekti...” şeklinde olur. Halbuki bu kadarcık ifade, onun o fitneye düştüğünü göstermez. Nitekim, Kâde’l-emîru en yadribe fülânen yani “Emir, neredeyse, falancayı dövecekti” dediğimizde, bu ifâdeden, onun onu dövdüğü anlaşılmaz; bilakis dövmediği anlaşılır.
2) Arapçada Levlâ (وَلَوْلَٓا اَنْ ثَبَّتْنَاكَ ) edatı, başkası bulunduğu için, o şeyin yokluğunu ve bulunmadığını ifade eder. Meselâ sen, Levlâ Aliyyun leheleke Ömeru dediğinde, bunun manası, “Ali’nin bulunması, Ömer’in helak olmasını engellemiştir” şeklindedir. İşte bu âyette de durum aynıdır. Binâenaleyh, (وَلَوْلَٓا اَنْ ثَبَّتْنَاكَ ) ifadesinin manası, “Allah Hz. Muhammed’i (s.a.s) hak üzerinde kararlı tutmuştur. Allah’ın onu bu şekilde sâbit kadem olarak tutması onun, onların fikirlerine meyletmesine mani olmuştur” şeklinde anlaşılır.
3) Bir masiyete/günaha mukabil 75. âyette ifade edilen azap tehdidi, Hz. Peygamber’in o günahı işlediği anlamına gelmez. Nitekim bunun böyle olduğuna pek çok ayet delâlet etmektedir: “Eğer o Peygamber, bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini alıverirdik. Sonra da, hiç şüphesiz, onun kalp damarını koparırdık.”[5] “Eğer (bilfarz) sen şirk koşarsan, celâlim hakkı için, amelin boşa gider ve muhakkak hüsrana düşenlerden olursun.” “Ey Peygamber! …Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!”[6]
İLAHİ TEHDİT
Lafız-mana uyumu açısından ilgili ayetlerde dikkat çeken bir başka yön de şudur: Henüz vuku bulmamış ve vuku bulma ihtimali de son derece düşük olan bir suça mukabil gelen ilâhî tehdit şöyledir:
“O takdirde biz de sana hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın.”[7]
Eğer kafirlerin ve müşriklerin “Kur’ân’ı değiştirme” yani “Allah’ın dininde en küçük bile olsa bir değiştirme yapma” taleplerine –istemeyerek, gönülsüz, zorla, hatta İslam lehine güzel niyetlerle bile olsa- azıcık bir meylin cezası “hem yaşarken hem de ölünce kat kat acılar” şeklinde fevkalade büyük azaplar olursa, onların bu tür taleplerine gönüllü, isteyerek meyletmenin cezasını tasavvur etmek gerekir. Bu da Allah’ın dinini doğru bir şekilde anlayıp anlatmakla sorumlu olan İslam alimlerinin işlerinin ne kadar mühim, ama bir o kadar da zor olduğunu göstermektedir. Gerekli ehliyet ve liyakata sahip olmadan Allah’ın âyetlerini yorumlamanın ve dini konularda açıklamalar yapmanın ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlatmaktadır.