Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın vahyettiği kelâmıdır. Ne Cebrail (a.s)’ın ne de Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ona hiçbir müdâhalesi olmamıştır. Bunu pek çok yönden ispat etmek mümkündür. İşte Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu gösteren deliller...
Osmân İbni Affân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Sizin en hayırlılarınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 21)
Yine başka bir hadisi şerifte Ömer İbni Hattâb radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah şu Kur’an’la bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn 269)
KUR’ÂN’IN ALLAH KELÂMI OLDUĞUNU GÖSTEREN DELİLLER
Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın vahyettiği kelâmıdır. Ne Cebrail (a.s)’ın ne de Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ona hiçbir müdâhalesi olmamıştır. Bunu pek çok yönden ispat etmek mümkündür. Hulâsaten şu delilleri zikredebiliriz:
2.1. Efendimiz’in Vahyi Ezberleme Gayreti
Vahyin başlangıcında Rasûlullah (s.a.v), nâzil olan âyetleri unutmamak için acele acele tekrarlar, dudaklarını kıpırdatırdı. Eğer Kur’ân, onun kendinden kaynaklanan bir söz olsaydı, böyle bir harekete ihtiyaç hissetmezdi. Allah Teâlâ şu âyetlerle, Rasûl’ünü bu davranıştan men etmiş ve vahyi kendisinin koruyup beyan edeceğini vaad etmiştir:
“Vahyi tam alma endişesiyle dilini kıpırdatma! Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize âittir. O hâlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et. Sonra onu beyân etmek de elbette bize âittir.” (el-Kıyâme 75/16-19)
İbn-i Abbâs (r.a) bu âyetlerin nüzulüyle ilgili olarak şöyle der:
“Rasûlullah (s.a.v) nâzil olan âyet-i kerimeleri derhal ezberlemek için kendini meşakkate sokar ve bundan dolayı çok kereler mübarek dudaklarını kımıldatırlardı.” Bunu söylerken İbn-i Abbas (r.a):
“‒İşte bak Rasûlullah (s.a.v) dudaklarını nasıl kımıldattıysa ben de sana öylece kımıldatıyorum” buyurdu ve devam etti:
“Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri ona Kıyâme sûresinin 16-19. âyet-i kerimelerini inzâl buyurdu. Bunlardan «Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize âittir» âyeti «Kur’ân’ı senin sadrında toplamamız, ezberletmemiz ve sonra da senin onu okuyabilmen bize âittir» demektir. «O hâlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et» âyeti «Kur’ân’ı Cibril’in diliyle sana okuduğumuzda onu dinle ve sükût ederek ona kulak ver!» demektir. «Sonra onu beyân etmek de elbette bize âittir» âyeti de «senin lisânınla onu açıklamak da bize aittir» demektir. İşte bundan sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ne zaman Cibril (a.s) gelirse sükût buyurup onu dinler, Cibril (a.s) gidince getirmiş olduğu âyet-i kerimeleri o nasıl tilâvet etmişse Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) de öylece tilâvet ederlerdi.”[1]
Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in aceleyle onu okumaya çalışması, vahye olan muhabbeti[2], vahyin lisânına verdiği halâvet[3] ve en mühimi de vazifesine verdiği ehemmiyet ve gösterdiği titizlik sebebiyle idi. O, gelen vahyin bir harfini bile kaçırmayayım ve unutmayayım diye hemen âyetleri ezberlemeye çalışıyordu. Cenâb-ı Hak ona bu hususta endişe ve telâş göstermemesini emrederek vahyi tam olarak kendisine ezberleteceğini vaad etti.[4]
Bu konuyla ilgili diğer bir âyet de şudur:
“Gerçekliğinde şüphe bulunmayan, her şeye hükümran olan Allah yüceler yücesidir. Sana vahyi tamamlanmadan Kur’ân’ı okumada aceleci davranma ve «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (Tâ-hâ 20/114)
Yani, Cibrîl (a.s) vahyi bitirmeden unutma korkusuyla onu okumaya başlama! Gelen mücmel âyetlerin mânâlarını biz sana açıklamadan onları ashâbına okuma ve yazdırma! Kur’ân’la hüküm vereceğin zaman, biz sana meseleyi beyân edinceye kadar o konuda acele etme![5] “Rabbim, bana daha fazla âyet ve sûre indir, Kur’ân’a dâir ilmimi ve anlayışımı artır, senin kitabına dair daha çok şey öğrenmeyi ve onun mânâlarını daha iyi anlamayı bana nasîb eyle, ezber kuvvetimi artır” diye dua et.[6]
Bu âyette Kur’ân’ı nasıl dinleyip öğrenmek ve ezberlemek gerektiğine dâir güzel bir edep ve metot öğretiliyor. Onu önce dikkatlice dinlemek, sonra da güzelce okuyup ezberlemeye çalışmak gerekiyor. Böyle güzel bir inceliği bize öğrettiği için de Allah’ın huzûrunda boyun eğip O’na şükretmek ve “daha bilmediğimiz nice incelikleri bize öğret” diye dua etmek gerekiyor.[7]
Yine Rabbimiz, diğer bir âyette Peygamber Efendimiz’e, “Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın” diye vaadde bulunmuştur.[8]
Bu âyetler Kur’ân’ın, Peygamber Efendimiz’e âit sözler olmayıp ilâhî bir kaynaktan geldiğini ve ona öğretildiğini gösteren apaçık delillerdir.
2.2. Bazen Vahyin Gecikmesi
Risaletin ilk günlerinde meydana gelen “Fetret-i Vahiy” esnâsında ve daha sonra yaşanan muhtelif hâdiselerde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) vahyin nüzûlünü çok arzu etmişlerdi. Ancak Cebrâîl (a.s) onun istediği zaman değil, Allah Teâlâ ne zaman emrettiyse o zaman vahyi getirdi. Zira o, gökteki “Emîn”dir. Allah Teâlâ onu kerîm (değerli), çok kuvvetli, üstün vasıflarla müzeyyen, Arş’ın sahibi yanında itibarlı, göklerde kendisine itaat edilen ve güvenilir diye methetmiştir.[9] Semâlardaki Emîn, vahyi en güzel şekilde getirip yerdeki Emîn’e veriyordu. O da bu vahiyleri tam olarak insanlara ulaştırıyordu. Hatta kendisini azarlayan vahiyleri bile aynen tebliğ ediyordu. Nitekim Cenâb-ı Hak onun bu emânet vasfını “O, gaybın bilgilerini (sizden) esirgemez”[10] âyetiyle tasdik ve tescil etmiştir. Bu durum Kur’ân’ın senedinin ve bize geliş yolunun ne kadar sağlam ve güvenilir olduğunu göstermektedir.
Bir defasında Rasûlullah (s.a.v), Hz. Cibrîl’e:
“–Niçin yanıma daha fazla gelmiyorsun?” diye sormuşlardı. Bunun üzerine:
“Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na âittir. Rabbin, unutmaktan münezzehtir”[11] âyeti nâzil oldu.[12]
Şimdi konuyla ilgili birkaç misal zikredelim: Kureyş müşrikleri, Nadr bin Hâris ve Ukbe bin Ebî Muayt’ı Medîne’deki yahudî hahamlarına göndermişlerdi. Yanlarındaki kitapta Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz hakkında bir bilgi olup olmadığını soruyorlardı. Ehl-i kitap oldukları için onları kendilerinden daha bilgili ve kültürlü görüyor ve sözlerine itimat ediyorlardı. Yahudî hahamları onlara şu aklı verdiler:
“–Şimdi size söyleyeceğimiz üç şeyi ona sorun! Eğer onları bilirse, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Bilemezse, bir sahtekârdır ve söyledikleri şeyleri kendi kendine uyduruyordur. Bu durumda ona istediğinizi yapabilirsiniz. İlk olarak ona çok eski zamanlarda yaşamış olan gençleri (Ashâb-ı Kehf’i) sorun! Onların gerçekten garip, şaşırtıcı haberleri vardır.