Cenâb-ı Hakkʼa bizleri İslam nuru ile şereflendirdiği için ne kadar şükretsek az. Bu şükrün en güzel ifadesi ise, gönüllerimizin her an “muhabbetullah” ve “muhabbet-i Rasûlullah” ile dolu olmasıdır.

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

İki cihan sultânının
Doğduğu ay geldi yine,
İlm ü maârif kânının[1]
Doğduğu ay geldi yine…
Anı Hüdâyî kim sever,
Matlûba bulmuştur zafer.
Fahr-i Cihân, Hayruʼl-Beşer
Doğduğu ay geldi yine…

Biz âciz kullarını, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin cihânı teşrif buyurduğu bir Rebîulevvel ayına daha kavuşturan Cenâb-ı Hakkʼa sonsuz hamd ü senâlar olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe nihâyetsiz salât ü selâmlar olsun.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin velâdetini sevinçle karşılamak, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini celbeden bir saâdet vesîlesidir. Zira O, Allâhʼın Habîbi, yani en sevgili kulu ve Rasûlʼüdür.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Allah Teâlâ’yı, sizi nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin. Beni, Allâh’ı sevdiğiniz için sevin. Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)

“Seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever.” hükmünce;

‒Cenâb-ı Hakkʼın sevip “Habîbim” buyurduğu,

‒Ömrüne, nübüvvetine, yüce ahlâkına, asrına ve beldesine yemin ettiği,

‒Melekleriyle birlikte bizzat salât ederek taltif buyurduğu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi sevmek de, hem Allâhʼa muhabbetimizin güzel bir tezâhürüdür, hem de Allâhʼın rızâ ve muhabbetine vesîledir.

Her peygamberin bir fârik vasfı vardır ve o vasfıyla insanlığa bir fazîlet numûnesidir. Fakat güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberlerin fârik vasıflarının daha da ötesinde bir fazîlet zirvesidir. Zira O, ilâhî kudretin insanlıkta tecellî eden bir hilkat bedîası, yani sanat hârikasıdır.

ŞÜKRÜN EN GÜZEL İFADESİ

Hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde -rivâyete göre- 124.000 küsur peygamber içinde Oʼna ümmet kılınmak, biz ümmet-i Muhammed için muazzam bir bahtiyarlıktır. Süleyman Çelebi, bu bahtiyarlığı Mevlidʼinde ne güzel ifade eder:

Ümmetin olduğumuz devlet yeter,
Hizmetin kıldığımız izzet yeter…

Hakîkaten, Cenâb-ı Hakkʼa bu büyük lûtfu için ne kadar şükretsek az. Bu şükrün en güzel ifadesi ise, gönüllerimizin her an “muhabbetullah” ve “muhabbet-i Rasûlullah” ile dolu olmasıdır.

Düşünmeliyiz ki, bütün cihan bizim olsa, fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi tanıma şerefine erişememiş olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira dünya da ömür de fânî, fakat Allah Rasûlüʼnü tanıyıp Oʼnun izinden giden sâdık bir ümmeti olmanın getireceği saâdet ise ebedî…

Dolayısıyla gönlümüzde Allah ve Rasûlü olduktan sonra, hiçbir dünyevî mahrumiyetin mühim olmadığı şuuruna ermeliyiz. Düşünmeliyiz ki:

Milyonları olan bir kimse, yolda giderken on lira düşürüp kaybetse, durup ona üzülür mü? O milyonlar karşısında on liranın ne hükmü olur? Bizler de, herhangi bir dünyevî sıkıntıyla karşılaştığımız zaman; Allâhʼa kul, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet olmanın, bizim için ne muhteşem bir zenginlik, saâdet ve bahtiyarlık vesîlesi olduğunu düşünüp gönül huzurumuzu korumalı, dünyevî hüzünlerimizi bertaraf etmeliyiz.

Nitekim sahâbe-i kirâm efendilerimiz, müşriklerin ağır işkencelerine, zulümlerine, ambargolarına mâruz kaldılar. Sayısız musibet ve felâkete göğüs gerdiler. Fakat Allah ve Rasûlullah muhabbeti, o zulümlerin tesirini azaltıyor, hattâ yok ediyordu. Nitekim o muhabbet sayesinde, bütün dünyevî meşakkatler, onların nazarında ehemmiyetini yitirdi. Allah ve Rasûlʼünün muhabbeti, onların gönüllerinde, hiç tükenmeyen bir feyz ve rûhâniyet hazinesi oldu.

EMRET YÂ RASÛLÂLLAH!

Zira onlar, Allah Rasûlüʼnü yakından tanıdılar. Tanıdıkça da büyük bir hayranlık duydular. Oʼna engin bir muhabbetle, cân u gönülden râm oldular. Âdeta bir gölgenin gövdeye olan sadâkatiyle Efendimizʼe tâbî oldular. Oʼnun en ufak bir arzusuna dahî:

“‒Emret yâ Rasûlâllah! Canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun.” diye mukâbele ettiler.

Allah Rasûlüʼnün emirlerine itaati, dünyanın en büyük nîmet ve lezzeti bildiler. Oʼnun gönlünde bir yer edinebilmek için, çölleri aşarak gittikleri diyarlarda, kralların kelle uçurmaya hazır cellâtları önünde, İslâmʼa dâvet mektuplarını, îman cesaretiyle okudular. Gittikleri her yere Allah Rasûlüʼnün örnek şahsiyetini ve yüce ahlâkını taşıdılar.

Gönüllerindeki Allah ve Rasûlullah muhabbeti; bütün zahmetleri rahmete, külfetleri nîmete, cefâları safâya çeviren bir mânevî iksir gibiydi. O muhabbetle, ateş gibi çöller âdeta serin ve selâmet oldu, geçit vermez dağlar aşıldı, uzun yollar kısaldı. “Aşk ile koşan yorulmaz.” denildiği gibi, Allah ve Rasûlullah aşkı, gönüllerinden atâleti, rehâveti, âcizliği, korkuyu silip attı. Bu sayede, Allah yolundaki hiçbir hizmet, gayret ve fedakârlıktan yılmadılar.

Zira Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi:

“Muhabbetten acılar tatlanır.

Muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.

Muhabbet vesîlesiyle dermansız dertler şifâ bulur.

Muhabbetten kederler neşe, üzüntüler sevinç olur.

Muhabbetle kahır rahmet olur.”

İşte ashâb-ı kirâm da Allah ve Rasûlʼüne muhabbetteki sırra nâil olmuşlardı. Bu sır sayesinde;

‒Gönülleri gaflete sevk eden dünyevî ve nefsânî zevkler bütün câzibesini yitirdi.

‒Allah yolundaki gayretlere mânî olan bütün mâzeretler âdeta buharlaşıp yok oldu.

‒Allâhʼa hamd, şükür, rızâ, tevekkül ve teslîmiyeti zedeleyen bütün şikâyetler unutuldu.

‒Maddî-mânevî yaralar şifâ buldu, acılar dindi.

Onlara hiçbir acı, Allah Rasûlü’nden ayrı düşmenin acısı kadar ağır gelmedi. Nitekim Peygamber âşıklarından Abdullah bin Zeyd el-Ensârî -radıyallâhu anh-, bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe:

“‒Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımdan, malımdan, evlâdımdan ve âile efrâdımdan daha sevgilisin. Eğer gelip de Senʼi görmek gibi bir nîmet olmasaydı ölmeyi arzu ederdim.” diyerek içli içli ağlamıştı.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Niçin ağlıyorsun?” diye sordular. Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-:

“‒Yâ Rasûlâllah! Bir gün Sizʼin de bizim de öleceğimizi, Sizʼin peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacağınızı, bizim ise Cennetʼe girsek bile aşağı makamlarda olacağımızı düşünerek (Sizʼi göremeyeceğim endişesiyle) ağladım.” cevâbını verdi.

Merhamet ummânı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevap vermeyip sükût buyurdu. Bunun üzerine -rivâyete göre- şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kim Allâh’a ve Peygamber’ine itaat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği nebîler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. Onlar ne güzel dostlardır!” (en-Nisâ, 69)

Yine Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- bir gün bahçesinde çalışırken oğlu nefes nefese gelip büyük bir üzüntü ile, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin vefat haberini verdi. Bu acı haberle âdeta dünyası başına yıkılan Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle duâ etti:

“‒Allâhʼım! Gözlerimi al ki artık bundan sonra tek sevdiğim Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼden başka kimseyi görmeyeyim.”

Abdullah -radıyallâhu anh-ʼın duâsı kabûl oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi.[2]]