Osmanlı paşalarından meşhur Medîne müdâfii Fahreddin Paşa, Rasûlullâh'ın rûhâniyeti rencide olur endişesiyle Ravza'nın tamirinde vazîfe alan ustalara herhangi bir çivi çakmak îcâb ettiği takdirde mutlaka tahta çekiç kullanılması ve çekiç ile çivi arasına da lastik bandaj konularak sükûnetin ihlâl edilmemesini emretmiştir.

Bu hususta onu böylesine bir edeb ve inceliğe sevkeden âyet-i kerîme şöyledir: "Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir." (el-Hucurât, 2) Nûrunu güneşten alan ay, nasıl güneşin varlığına delîl ise, nur-i Muhammedî ile nurlanan peygamberler ve velîler de O'nun birer şâhididirler. Bunun içindir ki diyen ve bunu muhabbet ve aşkla tâ gönülden söyleyen her kalbde, ayna ışık vurmuş gibi ilâhî bir parıltı yanar. Hattâ bazen öyle kuvvetli yanar ki, böyle gönüller, o nurun aksinden bütün ruhlarının târifsiz bir hazzı içinde yaşarlar. Bu hazzı yaşayanlardan Bilâl-i Habeşî - radıyallâhü anh-'ın hâli ibretle doludur: Bilâl -radıyallâhü anh-'ın dünyâda tutunacak bir dalı, sığınacak bir yakını ve ızdırabını paylaşacak bir dostu yoktu. Sadece bir köleydi. Ama birgün geldi, îmân nûru ile şereflendi. Bundan sonra îmânı ve onu muhâfaza için yaşadığı hâller, yâni kelime-i tevhîd uğruna katlandığı ızdıraplar, kıyamete kadar gelecek olan mü'minlere îmân mücâdelesi yolunda örnek oldu.

O, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yüzünü ve nûrunu görmüş, yanmış ve O'nun muhabbet bağına girmişti. Âdetâ bütün varlığı ile O'ndan bir parça hâline gelmişti. Ancak ilâhî nurdan nasîbsiz olan sahibi, onu bu îmânından ötürü çölün kızgın sıcağında alevli kumların üzerine yatırarak kendisine işkenceler yaptı. Çıplak vücudunu acımasızca kırbaçlattı. Siyah derisinden kırmızı kanlar fışkırdı. Etrafını saran gâfil kalabalık: "

-Ey pis köle! Bize dön kurtul!" dediler. Hazret-i Bilâl ise, yatırıldığı kızgın kum deryâsında yaralı bir arslan gibi kükredi ve kelime-i tevhîdi bütün gücü ile haykırdı. Bunun üzerine galeyana gelen azgınlar kendisine vurmaya devam ettiler. Vurdular, vurdular... Hırslarını alamadılar ve boynuna ip bağlayıp sürüklediler. Bütün bunlara ve türlü türlü eziyetlere rağmen Bilâl-i Habeşî - radıyallâhü anh-, Allâh ve Rasûlü'nün muhabbet kalkanına sığınmıştı. Kendisine yapılanları âdetâ hissetmiyor, gönlü sadece muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullâh ile dolup taşıyordu. Yüreği dünyâlar kadar geniş bir haldeydi. Oysa maddî âlemde hâli perîşândı; kuru başını sokacak bir kulübesi dahî yoktu. İşte Hazret-i Bilâl'in bu aşk ve muhabbeti, onu kölelikten gönül tahtlarındaki sultanlığa yükseltti.

Âlemlerin Efendisi'nin bağrı yanık müezzini oldu. Öyle ki, son nefesinde de O'nun aşk ve muhabbeti dudaklarında tebessüm ve terennüm hâlindeydi: "-Sevinin, sevinin!.. Ben Allâh Rasûlü'nün yanına sefer ediyorum..." dedi ve ötelere uçuverdi... Bir kul, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in hakîkati ve nûrundan bir Allâh dostu vâsıtasıyla nasîb alsa, bu nasîb O'ndan olduğu için bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'den alınmış gibidir. Tıpkı bir mumdan bir başka mumun yakılması gibi_ Kandilleri yakan ve onlar vâsıtasıyla etrafı aydınlatan alev, aynı alevdir. Kul, bu kandillerin en sonuncusuyla da aydınlansa, o ziyâ, ilk ışıkla parıldadığından dâimâ ilk kaynağı aksettirir. Dolayısıyla bir kimse, bir başkasında ışıldayan ilâhî güzelliğe ister bilerek, ister bilmeyerek kendisini kaptırsın, hakîkatte hayrân ve âşık olduğu letâfet, Allâh Teâlâ'nın güzelliğidir ve O'nun varlıklarda ve insanlardaki hârikulâde in'ikâsıdır. Hiç şüphesiz bu in'ikâsın en büyük tecellîsi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'de zuhûr etmiştir. Bu itibarla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, kulu Cenâb-ı Hakk'a götüren yegâne rahmet ve vuslat köprüsüdür.

Muhabbetin derecesi, eserinde tecellî eder. O'na olan itâat ve sünnet-i seniyyenin yaşanması, muhabbetin tezâhürü nisbetindedir. Nur Suresi 56. âyette buyurulur: "Namazı kılın, zekâtı verin Peygamber'e (sallâllâhü aleyhi ve sellem) itâat edin; umulur ki, merhamet görürsünüz." İbâdetteki rûhâniyet, muâmelâttaki zerâfet, ahlâktaki nezâket, gönüldeki letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün bu güzellikler o Varlık Nûru'na olan muhabbetten kalplere akseden parıltılardır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: "Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed'e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır."

Yâ Rabbi! Bu gün ve gecelerin kutsî akışlarından istifâde edip Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in muhabbet ve heyecanıyla içinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîfi tamamlayıp O'nun rûhâniyetinin gölgesinde nûrânî tezâhürlerle bayram-ı şerîfi idrâk edebilmeyi nasîb eyle! Âmîn!.